28 Ağustos 2014 Perşembe

Çevirmenliğin 10 Püf Noktası

Bu aralar o kadar çok "Yazarlığa Giden 10 Yol", "Yazar Olmanın 10 Püf Noktası" tarzında başlıklar görüyorum ki, benim de aklımda kendi listemi yapmak geldi. Yoksa yazarlık ve çevirmenliğin 10 maddeye indirgenemeyecek meslekler olduğunun farkındayım. Eminim sizin de kendi 10 maddelik listeniz vardır. Katkıda bulunursanız çok sevinirim...

1. Zaman yönetimi her şeydir. 
Bu teknik çeviri için de geçerli, kitap çevirisi için de. Her gün (Hafta sonları dinlenebilenleri şanslı sayıyorum) düzenli olarak o işin başına oturmazsanız metin size küser. Bazen nadiren sözlüğe bakarsınız, bazen de tek bir kelime için saatlerinizi harcarsınız. Karşınıza ne çıkacağını hiç bilemediğiniz için, her gün belli bir sayfa / karakter çevirmek en iyisidir. Çeviri yapmak son gece sabahlayarak final sınavına çalışmaya hiç benzemez, aman dikkat!

2. Akıl akıldan üstündür.
Eminim çok iyi bir çevirmensinizdir. 50 tane kitap çevirmiş de olabilirsiniz. Ama inanın bana, sizin dahi bilmediğiniz şeyler olabilir. Özellikle de dile yeni eklenen, gençler tarafından kullanılan terimlerde çuvallama olasılığınız yüksektir. Bu yüzden sosyal medyadaki çevirmen guplarını takip etmenizi ve üye olmanızı öneririm. Tabii doğru grubu bulana kadar epey vakit kaybedebilirsiniz. Bazı üyeler yardımlaşmak yerine çemkirmeyi tercih edebilirler. Kimseyle polemiğe girmeyin. Kendi kendinize gülümseyin, deriiiin bir nefes alın ve o arkadaşı / abiyi / ablayı egosuyla baş başa bırakın. Sizinle aynı frekansta olan insanlar bulduysanız, seviyeli tartışmaların tadına doyum olmaz. Bir sürü de yeni şey öğrenirsiniz. Bu arada, çevirmenin en büyük yardımcısı ve en büyük tuzağı internettir. Molayı abartmayın:)

3. Mümkün olduğunca çok çeviri kitap okuyun.
Hatta kitabın orijinalini de bulun ve o şekilde okuyun mümkünse. Bu sayede çok şey öğrenebilirsiniz. Tabii neleri yapmamanız gerektiğini de görmüş olursunuz...

4. Çevirdiğiniz kitapları herkesin okumasını beklemeyin.
Eğer kitap çevirmeniyseniz, çeviri yapmaya başladığınızda herkes bir heves "Ay çıkınca mutlaka haber ver, hemen okuyayım" der. Bu genelde hep lafta kalır. Ayrıca çevirdiğiniz türler insanların ilgi alanına girmeyebilir. Üzülmeyin, kırılmayın. O kitapları mutlaka okuyan birileri var. 

5. Müzik candır. 
Ben çalışırken genelde sessizliği tercih ediyorum. Ama arada müzik eşliğinde çalışıyorum. Kendimi çoğu zaman şarkı sözlerine kaptırdığım için klasik veya enstrümantal müzik dinliyorum. Sizin de mutlaka sevdiğiniz bir tür vardır.

6. Piyasayı takip edin.
Yani çıkan kitapları, yayınevlerini, işleri takip edin. Severek okuduğunuz kitapların çevirmenlerine bir iki satır güzel bir şeyler yazıverin de, sevinsin garipler:)

7. Karşılığını bulmak için saatlerinizi verdiğiniz terimleri mutlaka bir kenara not edin. Böylece bunlara tekrar rastladığınızda vakit kaybetmezsiniz. Hatta üşenmezseniz kendinize ait bir word / excel sözlüğü hazırlayın. İnanılmaz faydasını göreceksiniz. 

8. Arkadaşınız / eşiniz dostunuz çevirmen diye ona fazla yüklenmeyin.
Acıyın ona. Kendisinin bütün işleri süreli. Bu istekler genelde vaktin kısıtlı olduğu zamanlarda gelir zaten. "Vaktim yok, çok sıkışığım" derse gönül koymayın. 

9. Dosyalarınızı sürekli yedekleyin. 
Ne olacağı hiç belli olmaz. Saçınızı başınızı yolmak istemiyorsanız, üzerinde çalıştığınız dosyayı flash belleğe de kaydedin. Hatta kendinize mail atın! 

10. Sözleşmesiz çalışmayın.
Söylememe gerek yok sanırım ama, siz yine de tedbirli olun. 

20 Temmuz 2014 Pazar

Çevirmeni Sinir Eden Sorular

Serbest çevirmenler olarak sabit bir ofis ortamında çalışmadığımız için, sosyal medya aracılığıyla birbirimizi buluyoruz ve çok yararlı paylaşımlarda bulunuyoruz. Belki de en çok yardımlaşmanın yapıldığı mesleklerden biri çevirmenlik. Kimse bildiklerini kendine saklamıyor, karşınızdaki kişinin derdine derman olabildiğiniz zaman kendi çevirinizdeki bir pürüzü gidermiş gibi seviniyorsunuz. 

Takip ettiğim bloglardan biri de sevgili Onur'un The Reading Lady blogu. Yayınladığı en son videoda "Beni Sinir Eden Tipler ve Sorular!" konusunu işlemiş. Bu keyifli video bana da ilham verdi ve ben de beni sinir eden durumları listelemeye karar verdim.

Sen eski işinde bu kadar çalışıyor muydun?
Hoppalaa! Çalışıyordum arkadaşım, belki saatlerim daha düzenliydi ama afedersin eşek gibi çalışıyordum. Üstelik çok mutsuzdum. Zorluğu olmayan hiçbir iş olmadığına göre, bari sevdiğim şeyi iş edineyim dedim. Bunda bu kadar şaşılacak bir taraf göremiyorum ben. Eminim sabahlamak yerine şık bir plazanın 38. katında Armani tayyörüm ve stilettolarımla otursaydım, daha havalı olurdum. Ama üzgünüm, ben kendim için yaşıyorum. 

Zaten kitap çeviriyorsun, bir de kitap mı okuyorsun?
Kitap okumak benim için bir hobi, terapi, beyin jimnastiği. Bu aralar özellikle çeviri kitaplar okuyorum ki, diğer meslektaşlarımın işlerini takip edebileyim. Bu sayede neleri örnek almam, nelerden uzak durmam gerektiğini öğreniyorum. Yani eğlenirken öğrenmeye devam ediyorum. Bu yüzden beni kitap okurken görünce üzülmeyin, gerçekten. Instagrama dakika başı fotoğraf yükleyip #yazzgeceleriii #loveforeverinparis #minikaskimbocegimmmm #tatliskooommmm #birthdaygirll #filancaninbabyshowerpartisiii diye komik tagler ekleyeceğinize birkaç sayfa okumanızı şiddetle öneririm!

Ay bu çok asosyal bir iş değil mi? Sıkılmıyor musun?
Güzel kardeşim, ben zaten saçma sapan insanlarla sosyalleşmekten ve birilerinden emir almaktan yıldığım için bu işi seçmişim. İnsanlar yerine kitaplarla uğraşmayı tercih etmişim. Bunu anlamak bu kadar zor mu? Ben sana "Ayyy, patronunun kaprisini nasıl çekiyorsun?" diye soruyor muyum?

Ne zaman ara vereceksin? Arka arkaya kitap çevirme de biraz dinlen. 
İyi niyetli olduğunuzu biliyorum ama saçmaladınız:) Sabit bir işte çalışırken kimse böyle demiyordu halbuki. Bir yılda bölük pörçük kullandığım yıllık iznim dışında tatilim yoktu ama bunu kimse garipsemiyordu. Sabit bir işte çalışırken, "Patron ya kusura bakma, benim bu aralar biraz kafam bozuk, ben bir ay işe gelmeyeceğim, nasılsa ben olmazsam şirket batmaz," diyebilir mi insan? İşte çevirmenlik de böyle bir iş. Teklif gelir, metne ısınırsanız ve anlaşırsanız işi kabul edersiniz, karşılığında da para kazanırsınız. İş hayatında nasıl süreklilik, üretkenlik ve verimlilik önemliyse, çevirmenlikte de öyledir. Çevirdiğiniz her metin, basılan her kitap sizin için bir referans olur.  

Bugün de çalışmayıver. Çok sıkıyosun kendini canım!
Çalışmadığım her gün bana yol, su ve elektrik olarak dönüyor... Belki bir kitabı sabahlayarak 2-3 günde okuyup bitirebilirsiniz, ama bu şekilde ÇEVİREMEZSİNİZ. Tabii google translate değilseniz... Çevirdiğim her cümle, paragraf ve sayfa benim için bir artı. Her boş anımda bilgisayar başına geçtiğimi görüp de üzülmeyin. İnanın artık TV'deki bütün dizilerin senaryolarını tahmin edebiliyorum ve hiçbiri bana keyif vermiyor. Ben kitaplarım ve çevirilerimle daha mutluyum. 

İlk etapta aklıma gelenler bunlar. Ara ara doluyorum böyle. Başka çevirmenlerin de benzer sorulara maruz kaldıklarını tahmin ediyorum. Bu gidişle "Çevirmeni Anlamak" adında bir el kitabı çıkarmamız gerekecek galiba:)

20 Haziran 2014 Cuma

Yetimlerin Efendisi'nin Oğlu

Takip edenler bilirler, 2012 yılında hiçbir eser edebiyat alanında meşhur Pulitzer Ödülü'ne layık görülmemişti. Bir yıllık aranın ardından, 2013'ün Nisan ayında Adam Johnson'ın "The Orphan Master's Son"ı Pulitzer'ı kapınca, haliyle çok ilgi çekti. Aslında ödül almadan önce de çok konuşulmuştu, editörüm kitabı incelemem için gönderdiğinde tek bir olumsuz yoruma bile rastlamamıştım. Kitap ödül aldıktan birkaç hafta sonra, ben de çeviri sözleşmemi imzalamıştım.

Büyük bir sorumluluk üstlendiğimin farkındaydım ve bu çevirinin diğerlerinden daha zor olacağını hissediyordum. Geçmişte Pulitzer Ödülü verilen eserleri ve yazarları incelediğinizde, ne demek istediğimi anlarsınız. Her biri kulvarında birer mihenktaşı kabul edilen kitaplardır bunlar. Çalışmaya başladığımda yanılmadığımı gördüm; bu gerçekten de farklı bir kitaptı. Bir kere çok az tanıdığımız Kuzey Kore'de geçiyordu, totaliter bir rejimin vatandaşlarına neler yapabileceğini tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriyordu. Yetim bir çocuğun yetişkinliğe geçiş sürecinde yaşadıklarını işlerken, beyni yıkanmış yapay bir toplumun devlete koşulsuz boyun eğişi irdeleniyordu. Yazar bu romanı altı yılda yazmış, derinlemesine araştırmalar yapmış ve sonunda Kuzey Kore'yi ziyaret etmiş. Bu kadar gerçeğe yakın bir tablo çizmesini de buna bağlıyorum. Tabii ki bazı yerlerde yazarın hayal gücü devreye giriyor, ancak bu romana ilham kaynağı olan temalar ve yaşantılar yadsınamayacak kadar gerçek.

Okumak isteyenlere bir notum var: Bu bir kumsal kitabı değil. Sakın yanlış anlamayın, hiçbir kitabı küçümseme niyetinde değilim. Demek istediğim, bu kitabı salim kafa okumanız gerektiği. Bazen irkileceksiniz, bazen "Bu kadar da olmaz," diyeceksiniz. Esir kamplarındaki yaşam mücadelesini ve işkence sahnelerini okurken dişinizi sıkmanızı öneririm. Çevirirken en çok zorlandığım kısımlar bunlardı... Kuzey Kore hükümeti hala daha bu kampların varlığını inkar etse de, uydu fotoğraflarından her şey açıkça görülüyor.

Bu kitap zamansal olarak da hayatımın zor bir dönemine denk geldi. Yeni taşınmıştık, romanın henüz üçte birini çevirdiğimdeyse sevgili babaannemi kaybettik... Çalışırken bazen hiç bitmeyecekmiş gibi geldi. Yaz sıcağında eve kapanıp (gerçek anlamda) gece gündüz çalıştım. Kuzey Kore ideolojisi ve terminolojisi hakkında çokça araştırma yapmak zorunda kaldım. Ayrıca Adam Johnson çetrefilli ve uzun betimlemeleri bolca kullanmış ve yer yer alegorik bir anlatımı benimsemişti. (Bu arada kendisi Stanford Üniversitesi'nde yaratıcı yazarlık dersleri veren bir akademisyen.) Fakat bu kitap benim için bir sınav niteliğindeydi. Beni çok zorladı ama kendime güvenimi arttırdı. Artık zor bir pasaja denk geldiğimde, "Sen OMS'yi çevirdin, ha gayret!" diyerek kendimi motive ediyorum:)

The Guardian bu kitap için şöyle demiş: “Yetimlerin Efendisi’nin Oğlu, tıpkı 1984 ve Cesur Yeni Dünya gibi distopik klasiklerin arasında yer almayı hak ediyor.”

Benim en çok hoşuma giden yorum buydu. Sanırım bu kitabı tek kelimeyle anlatmam gerekse, "distopik" tanımını tercih ederdim. Bu terime aşina olmayanlar için wikipedia'nın tanımını da ekliyorum: 

Distopya, (anti-ütopya Yunanca dystopia) çoğunlukla ütopik bir toplum anlayışının anti-tezini tanımlamak için kullanılır.
Distopik bir toplum otoriter - totaliter bir devlet modeli ya da benzer bir başka baskıcı sistem altında karakterize edilir.
Kelime ilk defa John Stuart Mill tarafından kullanılmıştır. Filozofun Yunanca bilgisi göz önüne alınırsa, kelimeyi "ütopyanın tersi" olarak değil, "kötü bir yer" anlamında kullandığı anlaşılır.

Evet, daha fazla ipucu vermeden yazımı bitirsem iyi olacak. Bana bu kitabı çevirme fırsatı tanıdığı için Pegasus Yayınları'na bir kez daha teşekkürlerimi sunuyorum. Bu kitapta herkesin çok emeği var.

Son olarak kitabın tanıtım videosunu da paylaşayım ve kararı sizlere bırakayım...


 




14 Mayıs 2014 Çarşamba

Gözleri Aydın!

En çok böyle günlerde zorlanıyorum. Ülkem yas tutarken, her yer kömür karasına bulanmışken, ben 19. yüzyılın Güney Amerikası'nda, uçsuz bucaksız mavi bir göğün kucakladığı yeşil ovalarda gezinmek zorundayım... Elim sürekli haber güncellemelerinin yer aldığı sekmeye gidip duruyor. Sonra bugünkü sayfa hedefimden çok geride olduğumu görüyorum ve son bir gayretle tekrar o yeşil ovalara geri dönüyorum. Merak ediyorum; acaba kaygısız bir ülkenin vatandaşı olmak nasıl bir duygudur? Böylesine korkunç olayları yalnızca bir haber olarak dinleyip hayatlarına devam eden insanlar ne düşünürler, ne hissederler? 15 yaşındaki bir ergen madende kömür çıkarırken, Finlandiyalı yaşıtı muhtemelen hükümetinin kendisine ücretsiz olarak sağladığı eğitim hakkını kullanarak, şehrindeki teknoparkta bir proje üzerinde çalışıyordur... Amerikalı yaşıtının en büyük derdiyse bir an önce 16 yaşına basıp ehliyet almaktır herhalde. 

"Neden?" sorusunun birçok yanıtı var. Kader (!), ihmal, adam sendecilik, bize bir şey olmaz mantığı, umursamazlık. En kötüsü de bu sonuncusu. Vatandaşları, bu ülkenin başındakilerin "umurunda" bile değiller. Çocukluğumdan beri böyle faciaların ardından o klişe cümleleri duymaktan bıktım artık:

"Yetkililer henüz olay yerine intikal etmedikleri için resmi olmayan rakamlara göre ... ölü, ... yaralı var. Arama kurtarma çalışmaları büyük bir özveriyle devam ediyor."

"Falanca bakanı bilmemkim bu elim olayda hayatını kaybeden vatandaşlarımıza Allah'tan rahmet, ailelerine sabır diledi ve acılarını paylaştığını dile getirdi."

Biz istediğimiz kadar yazıp çizelim, sosyal medyada profil fotolarımızı siyah fonlarla, kurdelelerle değiştirelim, nafile. Neden biliyor musunuz? Çünkü balık baştan kokar. Eh, bu sene 19 Mayıs'ı kutlamamak için bahaneleri hazır artık, gözleri aydın!

10 Mayıs 2014 Cumartesi

E-Postalar Cevaplanmak İçindir

İki ayrı üniversitede çalıştığım yıllar boyunca sayısız saçma ve sonu hiçbir yere varmayacak olan e-postalara cevap verdim. Bazen güldüm, bazen sinirlendim, bazen de soruyu yöneltenin zeka seviyesine üzülüp, fazla bir şey beklememem gerektiğini gördüm. Ama yine de, bıkmadan ve usanmadan hepsine cevap verdim. Evet bu benim işimin bir parçasıydı. Sık sık, "Kaç puanlan alıyonuz? Benim notlar düşüq ama burs war diil mi?" şeklindeki sorularına cevap verdiğim için kendimi enayi gibi hisseder ve zaman kaybettiğimi düşünürdüm. Ama yine de insanları havada bekler pozisyonda bırakmazdım. Çünkü birini cevapsız bırakmak, onu yok saymaktır.
Ne yazık ki bu yayıncılık sektöründe çok sık tekrarlanan bir davranış örneği. Editörlerin nasıl bir iş yoğunluğu içinde çalıştıklarını biliyorum. Ama günde 15 dakikalarını şu görmek istemedikleri e-postalarına ayırsalar, ne kadar çok hayır duası alabileceklerinin farkında değiller. Kim bilir; belki de aralarında bugüne kadar hiçbir deneme çevirisi reddedilmeyen ve gelecek vaat eden bir çevirmenin başvuru dosyası da gizlidir!
En sinir olduğum şey de, yazışma trafiği başladıktan sonra, siz karşı taraftan cevap beklerken iletişimin nedensiz yere bıçak gibi kesilmesi... Kardeşim sorun nedir? Kitabı çevirtmekten mi vazgeçtiniz? Yayın haklarında bir sorun mu çıktı? Daha ucuz çalışacak başka bir çevirmen mi buldunuz? Benimle yazışan editör işten mi ayrıldı? Sorun  nedir?! Yanıt: Kocaman bir sessizlik.
Birkaç ay önce Murat Yalçın'ın editöre e-postalar adlı kitabını zevkle okumuştum. Kendisine gelen bin türlü saçma ve komik e-postayı derlemişti bu kitapta. Bazıları gerçekten de, "Bu da yazılır mı ya?" dedirtecek cinsten. Fakat ben böyle e-postalar yazmadığımdan adım kadar eminim:)
Sanmayın ki bana geri dönmeyen yayınevlerinin hepsi de dünya klasikleri basıyor... Aralarında son derece lokal olan butik yayınevleri de var. Bastıkları kitapları kitap fuarındaki stantları dışında hiçbir kitabevinin rafında görmediğim bu yayıncılar, bir istiridye gibi kabuklarına çekilmiş halde çalışıyorlar. Bu kitapları kim alıp okuyor onu da bilmiyorum.
Neyse... "Ne takıyorsun?" diyebilirsiniz. Taktığım yok ama şaşırıyorum. Çevirmenler yayıncılık sektörünün görünmez kahramanları olarak en azından kendilerine bir iki satır da olsa cevap yazılmasını hak ediyorlar çünkü. Onlardan gelen mesajları, "Bu serinin dewamı ne zaman çıkçakk? Çok pahalı olmasın ama alamıyoz!" türevinde güzide okur mesajlarından farklı bir yere koymak gerekiyor kanımca... Çünkü çevirmenler yayınevlerinin iş ortakları. İşin belki de en büyük sorumluluk içeren kısmını üstlenen silahşörler... Dürüst olmak her zaman en iyisidir. Yaz kardeşim, reddet, ama iki satır yazıver. Hatta birkaç şablon da önereyim bu vesileyle:
"Şu anda çevirmen kadromuzda boşluk yoktur. Sizi çevirmen havuzumuza ekledik. Uygun bir çeviri olduğunda irtibata geçeriz."
"Sizden daha düşük ücretle çeviri yapacak bir arkadaşla anlaştık. Ne yaparsınız, piyasa koşulları bizim de elimizi kolumuzu bağlıyor."
"Başvurunuz için teşekkür ederiz. Ancak biz en az 5 yıl deneyimli çevirmenlerle çalışıyoruz." (Aksilik olmazsa 5 yıl sonra da bu işi yapacağımı ve çok daha deneyimli olacağımı bildiğimden, o zamana görüşürüz şekerim. Bakalım o zaman da ben size programımda yer açabilecek miyim?!)
En kötüsü de ne biliyor musunuz? Bir kitapla ilgili yazışmaya başladıktan sonra iletişimin bıçak gibi kesilmesi. Bu durumu İzmir'deki bir yayıneviyle yaşadım. Hatta bir ara kapandıklarını bile düşünmeye başladım. Kitap fuarında stantlarını görünce gidip bir iki çift laf etmek geldi içimden ama, sonra değmeyeceğine karar verdim. Vardır bunda da bir hayır.
Ha bu arada merak etmeyin, işsiz filan kalmadım, elimde üzerinde çalıştığım aslanlar gibi bir klasik romanım, bir de sırada bekleyen ve çok ses getiren bir kitap daha var. Cevap vermeyenler kendileri düşünsün:)

17 Nisan 2014 Perşembe

"Yayın Politikası" Dedikleri

2013 yılının Mart ayından beri (yani tam zamanlı olarak çeviri yapmaya başladığımdan beri) 11 kitap çevirmişim... 12 numara da yolda. Umarım her zaman kitaplarım beni böyle sırada bekler, hiçbir zaman boş kalmam.

Buraya kadar her şey çok güzel. Fakat bu kitapların kaçı basıldı dersiniz? 2 tanesi. Evet evet yanlış duymadınız, 2. Nabız yoklama çalışmalarımın sonucunda 2 tanesinin de birkaç ay içinde basılacağını öğrendim. Çok şükür ki ödemelerimi aldım ve metinlerle ilgili hiçbir sorun bildirilmedi, düzeltme istenmedi. Yayınevlerine "Peki neden böyle oldu?" diye sorunca şu cevapları aldım:
  • "Yayın politikamızı değiştirdik." (Artık daha çok vampir romanı, erotik roman ya da filminin çekilme olasılığı yüksek fantastik kurguları basıyoruz. -- Lütfen bu türde çeviri yapan arkadaşlarım kırılmasınlar. Ama basılmayı bekleyen başka hikayeler de var.)
  • "Çevirtip de basmadığımız çok kitabımız var, siz alınmayın lütfen, bu size özgü bir durum değil." (Peki neden yalnızca basmayı düşündüğünüz kitapları çevirtmiyorsunuz acaba? Sizin paranıza, çevirmenin de emeğine ve zamanına yazık değil mi?)
  • "Hmm, o konuda bir şey diyemem. Hangi kitabın basılacağına yayın komisyonu karar veriyor." (!)
  • "Aslında her şey de hazır ama... Editoryal okuması yapıldı, sayfa tasarımı bitti. Yalnızca kapak çalışması yapılacak. Sanıyorum birkaç ay içinde listeye alırız." (Madem aceleniz yoktu, keşke ben de çeviriyi bitirmek için kendimi bu kadar zorlamasaydım...)
Bütün bu cevaplara dayanarak bir durum tespiti yapacağım. Umarım editör ve yayıncı dostlarımı kızdırmam, çünkü niyetim asla bu değil. Ancak Türkiye'de son birkaç yıldır yayıncılığın fazla hızlı ve rastgele geliştiğini gözlemliyorum. Akşam pazarındaki tezgahtan mal kaçırır gibi kitapların telif hakları satın alınıyor, çevirmenlerle son derece sıkı teslim tarihleri olan sözleşmeler imzalanıyor ve o çeviri dosyaları yayınevinin bir bilgisayarında ebedi uykuya terk ediliyor... Bu bence hem kendi emeklerine, hem de çevirmene yapılan bir saygısızlık. Neden mi? Çünkü kitap çevirisinin teknik çeviriden farklı bir yanı var: Bu metinler artık "kitap" oldukları için özel metinler olmaktan çıkıp kamu malı haline gelmişler ve de "okunmak" için yazılmışlar. Bu yüzden de çevirmen emek verdiği kitap basılmayınca çok mutsuz bir insan olabiliyor. 

Artık çömezlik dönemimi atlattığıma göre, bundan böyle çalıştığım yayınevlerini daha dikkatle seçeceğim. Hatta kabul ettirebilirsem, sözleşmeye kitabın basılmasıyla ilgili bir madde de ekletmeyi düşünüyorum. Yayınevlerine de naçizane bir önerim var: Az olsun, öz olsun ama basılsın...

31 Mart 2014 Pazartesi

Şimdi Yeni Şeyler Söylemek Lazım

Ülkemde olup bitenler yüzünden moralim sıfırın altına inmişti. İki gündür dinmek bilmeyen bir baş ağrısı çekiyordum. Bugün bir ara evi havalandırmak için pencereyi açtım. Pervazın kenarında duran saksı çiçeğimi görünce gözlerime inanamadım. Hayvanları çok severim ve iyi bakarım, ancak bitkiler için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Tabii ki bitkileri de çok severim. Fakat bende bazılarında bulunan o "yeşil el" yok sanırım. Bugüne kadar hangi bitkiye bakmaya çalıştıysam kuruttum, bir türlü başarılı olamadım. Belki de bitkiler tepkilerini belli edemediği için iletişim kuramadım onlarla...

Fakat bugün çok ilginç bir şey oldu. Aylardır varlığını unuttuğum, "Artık bu canlanmaz" diye ümidi kesip su bile vermediğim saksı çiçeğim bahar gelince tomurcuklanmıştı! Gözlerime inanamadım. Evet, aylardır susuz kalan bitki, o bir avuç kupkuru toprakta hayata tutunmak için uğraşıyor arkadaşlar. Zorluklara ve koşullara inat. Peki, biz insanlar ne yapıyoruz? Önümüze çıkan her olumsuzlukta sövüp sayıyoruz, kendimizden ve geleceğimizden ümidi kesiyoruz ve kendimizi rüzgarın akışına bırakıyoruz. Okuduğumuz her kitapta, yaşadığımız her tecrübede "aydınlandığımızı" sanıyoruz ama, aslında bir arpa boyu yol gidemiyoruz. 

Yeniden canlanmaya çalışan saksı bitkim bana bugün güzel bir ders verdi ve silkelenip kendime gelmemi sağladı. Hayvanların ve bitkilerin pusulası hiç şaşmıyor. Koşullar ne olursa olsun, yaradılışlarına uygun bir şekilde, bıkmadan, usanmadan hayata tutunmak için çabalıyorlar. Bizim gibi suni gündemleri yok. Bazen bir damla yağmur suyu bile yetebiliyor onlara. Biz insanlar ise, egomuzun esiri olarak kendi yaşamımızı kendi elimizle mahvediyoruz...

Biliyorum, "düşünen varlıklar" olarak her zaman olumlu olmak, sevgiyi çoğaltmak kolay değil. Hele etrafta nefret söylemlerinden güç alan, ceplerini dolduran, baskılar uygulayan ve bunu bizlere reva gören "insanlar" varken... Ama bu kadar depresyona girmeye, dövünmeye de hakkımız yok. Yıllar boyu "aman siyaset konuşma, görüşünü söyleme" nasihatleriyle büyüdük biz. Bu yüzden kimse kendini bir şey yapamadığı için suçlu hissetmesin. Bazı şeyler yaşanmadan öğrenilmiyor. Tarihte hiçbir baskı rejimi uzun süre ayakta kalamamıştır; çünkü temelinde anlayış olmayan hiçbir kurum uzun ömürlü olamaz. Ben dünya ve ülke tarihimizde çok kritik bir çağda yaşadığımıza inanıyorum. Susmanın bir işe yaramadığını gördük. Artık konuşmamız lazım ama, ağzından tükürükler saçan siyasetçiler gibi değil. Birilerinin hatalarını, ayıplarını ortaya çıkarmanın da işe yaramadığını gördük. O halde daha çok çalışmak, üretmek, eğitmek, hayata karışmak gerek. Herkes ne yapabiliyorsa onu yapsın. Ama mutlaka bir şey yapsın... Çünkü iyiler daima kazanır. 

28 Mart 2014 Cuma

Mikro ve Makro Ölçekte Yalakalık

Bir varmış bir yokmuş. Borusu yalnızca kendi şehrinde öten, kendini bulunmaz Hint kumaşı sanan, mikro ölçekte cebini dolduran bir iş adamı varmış. Makro ölçeğe sıçrayıp daha çok götürmek için çok çalışmış, çok yalakalık yapmış ama, sert mizacı yüzünden yeterince kıvıramadığı, bir de mutaassıp bir hayat sürmediği için baştakilere yaranamamış ve kendi çöplüğünde kalakalmış...

Şehirde elini atmadığı sektör, girmediği STK, oda, salon, balkon kalmamış... Hatta tüzük değiştirerek "salon" seçimlerine üst üste kendini başkan seçtirmek için üyelerine rüşvet bile yedirmiş. O rüşvet yiyen üyeler de, "Aman işimiz gücümüz tıkırında, istikrar bozulmasın" diye ses çıkarmamış, yine ona oy vermişler.

Kader ağlarını örmüş. Bir zamanlar can düşmanı olanlar, birden can ciğer kuzu sarması olup, birbirlerine şöbiyet, kadayıf, lokma ve baklava yedirir hale gelmişler. Çünkü "salon" başkanı, şehrin ağası ile kavgalıymış, yıllardır küslermiş. Sebebi de, salon başkanının X arazisine imara aykırı şekilde tatil köyü kondurmak istemesiymiş... Tabii bu kamuya yansıyan gerekçeymiş. Esas neden, salon başkanının şehrin ağası olma sevdasıymış. Fakat garibana hiçbir parti kucak açmamış, istediği kadar prim yapamamış. O da çareyi başkanı olduğu salona, şehir ağasının en büyük rakibini davet ederek baklava yedirmekte bulmuş!

Salon başkanı kendi pisliklerini bilen ve örtbas edenleri kollamak uğruna birçok dürüst insanı harcamış. Kurumlarında çalışanlar her şeyin farkında olsalar da tekme ya da damga yememek için susmuşlar. Hatta kendilerini onun şehirleri için bulunmaz bir nimet olduğuna inandırmışlar. Hayatı boyunca esmiş, gürlemiş, kimseyi takmamış. Arada bir iyi şeyler de yapmış. Ama işine yaramayan kimseye günahını bile vermemiş. "Tamam da abi, adam bu şehir için çalışıyor," demiş herkes. Tıpkı, "Tamam çalıyorlar ama, metro ve yol yapıyorlar," dedikleri gibi. Velhasıl "götürmenin" mikrosu da makrosu da aynı mantıkla işliyormuş. Uyuşturulan beyinler aynı şekilde çalışıyor, ağızlarından benzer replikler çıkıyormuş...

Kaşlarını yıllar boyunca o kadar çok çatmış ki, artık alnının ortasındaki çizgi gülerken bile kapanmıyormuş. Kem söz söylemekten pas tutan dilini baklavayla tatlandıradursun, salon başkanlığı sona erince, gözden düşünce o baklava yedirdikleri yine yanında duracak mıymış, işte bu büyük bir merak konusuymuş...

27 Mart 2014 Perşembe

Ben Sandığınız Kişi Değilim!

Bugünlerde bunu söylemek çok moda oldu değil mi? "O ses kaydındaki ben değilim, montaj, komplo..." Çok şükür ki ben normal bir hayatı olan sıradan bir vatandaşım ve "Duyulmasını istemediğin şeyi yapma" prensibini benimseyenlerdenim. Öyleyse bu başlık neyin nesi? 

Çeviri yapmaya başladıktan sonra fark ettim ki, benimle aynı adı ve soyadı taşıyan bir adaşım var. Twitter'ın henüz yasaklanmadığı o güzel günlerde, "Bir sonraki romanınız ne zaman basılıyor?" diye bir tweet almıştım. Sonra sevgili takipçimin beni diğer Güneş Demirel'le karıştırdığı anlaşıldı:) 

Adaşımın kitaplarını okumadım ama sıkı bir takipçi kitlesi olduğu anlaşılıyor. Bense "Haydi şu kitap da bitsin, bu yayıneviyle de çalışayım," diyerek kendime yeni hedefler koymaya devam ettikçe kendi romanımı bitirmeyi sürekli erteliyorum. Ama şimdi çok önemli bir sorunumuz daha var. Ya bana takma bir isim bulacağız, ya da arka arkaya 5 isim kullanan bazı İspanyollar gibi upuzunn bir ismim olacak! Neyse, ben yeter ki kitabı bitireyim de, isim konusunu düşünürüz...

Bu konuya kafa yorarken aklıma farklı bir isimle kitap bastıran yazarlar geldi. Ya da anlatacak bir hikayeleri olup da kalemine çok güvenmeyen ve bir "ghost writer" ile, yani adı sanı bilinmeyen bir hayalet yazarla çalışanları düşündüm. Ya da kendi adı ve soyadı dururken daha "şık" ve "pazarlanabilir" duran başka isimler seçenleri... 

Sonra çeviri kitaplar basan yayınevlerinin kapağa çevirmenin adını basıp basmamaya neye göre karar verdiğini düşündüm. Çevirmenin adı ve yazmak isterse önsözü kitabın hemen başında yer alıyor, ama çevirmenin adını kapağa basan yayınevlerinin sayısı çok değil. 27 Mart Dünya Tiyatrolar Günü vesilesiyle yeni çıkan iki kitap dikkatimi çekti. Çevirmen bir tiyatrocu olduğundan, normalde kapağa çevirmenin ismini basmayan bu yayınevi, bu sefer sade bir tasarımı tercih edip, "Çeviri: Falanca Filanca" yazmış. Aslında doğru olan bu. Ancak yanlış olan, bu yayınevinin "ünlü" çevirmenlerin adlarına kapakta yer verip, "yeterince ünlü olmayanlar"ın adlarını iç sayfalara yazması... 

Bir de sosyal medyadaki kitap tanıtımlarında ve kendi internet sitelerinde çevirmenin adına yer vermeyen yayınevleri var. 

Yazar: Pek Ünlü Best Seller Romancısı Falanca
Editör: A kişisi
Kapak Tasarımı: B Kişisi
Çevirmen: Sarı Çizmeli Mehmet Ağa!

Bu bir duruş ve tercih meselesi tabii ki. Ancak bilinçli okurlar bunun gibi detaylara dikkat ediyor ve okuma tercihlerini buna göre yönlendiriyor...

Bu vesileyle adaşıma, kendime ve diğer yarışmacı arkadaşlarıma başarılar diliyor, herkesin emeğinin yeterince görünür olmasını umuyorum:)

24 Mart 2014 Pazartesi

Dikkat: Bu Yazı Kendi Kendini İmha Edebilir!

Son günlerde ülkemizde olan bitenlerden, siyasetten çok sıkıldığınızı biliyorum. Ben de öyle. Hatta o kadar sıkıldım ki, teslim tarihine uymak zorunda olduğum çeviri dışında bir satır bile yazmak gelmedi içimden. Nasıl olduysa hala kullanmamıza izin verilen bir sosyal medya platformu üzerinden görüşlerimi bildirdim, bildirmeye de devam edeceğim. Fakat endişe etmiyor da değilim. Sırada you tube ve hatta blogger da olabilir. Neyse ki yurt dışında yaşayan iki kuzenim ve eşim dostum var. Çok sıkışırsam şifremi onlara veririm, yine de yazılarımı yayınlatırım! 

Neyse... Bu son olaylar herkes gibi tabii ki çevirmenlerin de sinirlerini bozdu, işlerini aksattı. En azından beni etkiledi. Nasıl mı?
  • Gündemi takip etmekten çalışamaz hale geldim. En sonunda bildirim seslerini kapattım.
  • İzmir'de malum mitingin yapıldığı gün hop oturup hop kalktım. Hem asap bozukluğundan, hem de ana cadde üzerinde hoparlörleri sonuna kadar açıp ilerleyen otobüsler ve kaldırımda nereye yürüdüğünü bilmeden ilerleyen, çevre illerden turistik mitinge katılmak için gelmiş "bilinçli, coşkulu ve çığırtkan" halkımız yüzünden...
  • Ülkemde olağanüstü günler yaşanırken, çevirmem gereken polisiye romana yoğunlaşmakta gerçekten zorlandım.
  • Herkes DNS; VPN ve bilimum ayarları kurcalarken yavaşlayan ve sürekli kopan internet yüzünden çok eğlenceli anlar yaşadım! Bir terimi araştırmak bazen 1 saatimi aldı...
  • Türk insanının ne kadar sömürüye açık ve hür iradesine sahip çıkmakta ne kadar yetersiz olduğunu bir kez daha gördüm. 
  • Hoşgörümü yitirmeye başladığımı hissettim ve korktum. Zira hoşgörü tek taraflı bir özveri değildir. Eğer başbakan meydanlardan kendi seçmenine seslenirken daha ılımlı olabilseydi, belki o zaman hoşgörüden bahsedebilirdik. Ama artık o noktayı aşalı çok oldu...
  • En son içimden bizim de kapımıza oy istemek için erzak dağıtan birilerinin gelmesini ve elime hadlerini bildirme fırsatı geçmesini diledim... Ama herhalde semt haritalarına göre burası hedef kitle içinde yer almıyor. Tüh!

Anlayacağınız bugünlerde ruh halim epey gelgitli. Haliyle içimden çeviri ve edebiyat hakkında bir şeyler yazıp çizmek gelmiyor pek. Aslında tam tersi olmalı belki de. Çünkü dram ve edebiyat aslında birbirlerinden ayrılmaz bir ikili. Eminim bütün bu çirkinlikler de birçok esere ilham kaynağı olacak birkaç yıl içinde. Tabii yeni yasaklar gelmezse... Bugünlerde herkesin dediği gibi, "Hele şu seçimler bir geçsin..." Geçsin bakalım, bu da geçsin. Ne değişecekse... 

25 Şubat 2014 Salı

Engin bir Derya - İngilizce


Amerikalı filozof Ralph Waldo Emerson, "The Story of English" adlı kitabında, "İngilizce gökyüzü altındaki her coğrafyadan çıkan akarsuların döküldüğü bir denizdir," demiş. Başka bir deyişle bu dilin ne kadar zengin olduğunu vurgulamış. İngilizce öğrenen herkeste genelde şöyle bir yaklaşım vardır: "Aslında grameri çok zor değil ama, kelime dağarcığımı genişletmem gerek." Evet doğru. Neden mi? Çünkü İngilizce'de tam 500.000 kelime var da ondan!

Emerson "The Story of English" kitabında diller hakkında birtakım istatistikler vermiş. Dünya üzerinde yaklaşık 2700 tane dil varmış ve İngilizce bunların içinde en zengin lügata sahip olan dilmiş. Örneğin Almanca'da 185.000 kelime varken, Fransızca'daki kelime sayısıysa 100.000'den azmış... Bildiğim kadarıyla Türkçe'de 100.000'e yakın sözcük var. Ancak TDK'nın bu konuda yanlış sayım yaptığına inananlar da var. TDK herkesin kafasını karıştıran yazım kılavuzunda imza attıkları çelişkileri düzeltmek için yeni bir revizyona gidecekmiş... Bunu da dün araştırma yaparken, bir edebiyat öğretmeninin TDK'ya yapmış olduğu itiraz e-postasını okuyunca öğrendim. TDK öğretmene gönderdiği cevapta, yeni kılavuzda "yanlış yorumlara yol açan örneklerin" düzeltileceğini belirtmiş. Ne mutlu! Birlikte çalıştığım editörlerin hepsinin Ömer Asım Aksoy'un 2006 yılında güncel baskısı yapılan Ana Yazım Kılavuzu'nu kullanmamı önermeleri bir tesadüf olmasa gerek...

Geçen sene bir dilin zenginliğinin kelime sayısıyla ölçülemeyeceğine dair bir yazı okumuştum. Kuşkusuz doğru. Türkçe'de bir sözcük pek çok farklı anlam taşıyabiliyor, yapım ekleri sayesinde tek bir kökten birçok sözcük türeyebiliyor. Fakat İngilizce'den Türkçe'ye çeviri yapanlar için şöyle bir tuzak var: 500.000 kelimelik bir dili, elimizdeki 100.000 ile baştan yazmaya çalışıyoruz!

Bazen sohbet arasında "çevirmenlik yapıyorum" deyince, "Aaa ben de lisede falanca hocam için bir paragraf çevirmiştim, gözleri dolmuştu, alnımdan öpmüştü..." tarzında yorumlarla karşılaşıyorum. İnsanlar nedense çevirinin isteyen ve zaman ayıran herkes tarafından yapılabileceği gibi bir yanılgı içindeler... "Aman uğraşamam çeviriyle filan, vaktim yok!" diyene bile rastladım. Ah benim güzel kardeşim, vaktin olsa da, bu iş hiç öyle karşıdan göründüğü gibi değil. Ben İngilizce'yi 12 yaşımdayken öğrenmeye başladım (Dikkat ediniz, öğrendim deniyorum) ve yıllar içinde üzerine sürekli bir şeyler ekledim. Çevirmenlik yapmaya başladığımdan beri, yeni bir sözcük ya da terim öğrenmediğim tek bir gün bile geçmedi diyebilirim. Kimse kusura bakmasın ama, İngilizce her ne kadar karşıdan kolay gibi görünse de, anadili olmayan birinin "tam" olarak öğrenebileceği bir dil değil... Kaldı ki o 500.000 sözcük yalnızca lügata girenler. Bir de lügata girmeyen argo ve günlük terimler var. Bunlar için internette özel sözlükler bile oluşturulmuş...

Diyeceğim o ki, bugünün olmazsa olmazı haline gelen İngilizce, içine daldıkça hayran olacağınız engin bir derya. Hangi okuldan mezun olursanız olun, hangi "biznıs ingiliş" terimlerini bilirseniz bilin, hangi kursun über süper upper sertifikasını alırsanız alın, 500.000 kelimenin hepsini beyninize sığdırabileceğinizi sanmıyorum... Hatta anadili İngilizce olanlar bile hepsini bilmiyor. Bu yüzden de, "Aaaa çeviri yaparken neden sözlük kullanıyorsun ki?" diye soranlara izninizle yönetmenin Tolga Çevik'e seslendiği gibi, "Arkadaşım salak mısın?" demek istiyorum...

Ben İngilizce'yi ulu bir çınar ağacına benzetiyorum. Nasıl ki bir ağacın dallarındaki yaprakları sayamıyorsanız, "Benim artık İngilizce'de öğrenecek hiçbir şeyim kalmadı, hepsini biliyorum," diyemezsiniz. Çünkü tam dile hakim olmaya başladığınızı düşündüğünüz sırada, daha önce gözünüze çarpmayan dallar olduğunu fark edersiniz. Siz o dalları çalışırken de bahar gelir ve yeni dallar ve tomurcuklar filizlenir... 


21 Şubat 2014 Cuma

Kitap Otomatı

Bazı insanlar okuyacakları kitapları seçmekte zorlanırlar. Zaman kısıtlı olduğundan, okumaya değecek bir şeyler bulmak için, başkalarının tavsiyelerine ya da eleştirilere kulak verirler. Tabii bilinçli okurlardan bahsediyorum, okuyacağı kitapları yalnızca kapağına ve fazla kalın olmaması esasına göre seçenlerden değil.

Ben şahsen bir kitabın ilk sahibi olmayı tercih edenlerdenim ama, bir de eski kitap meraklıları var. Bazen zamanında çok okunmuş, değerli bir kitabın yeniden baskısı yapılmazsa, o zaman sahaflar ve ikinci el kitapçılar devreye giriyor. Eğer böyle bir dükkana girdiyseniz, fark etmişsinizdir. Üst üste yığılmış, kimsenin merak edip de bakmadığı birtakım kitaplar bir köşede yığılı halde, toz içinde durur. 

Monkey's Paw, Kanada'nın Toronto şehrinde bulunan ve kendi deyimleriyle "eski ve sıradışı" kitaplar bulunduran bir kitapçı. Koleksiyonlarının büyük bir kısmını ciltli, kalın, sararmış sayfalardan oluşan antika kitaplar oluşturuyor. Fakat artık kimsenin yüz vermediği, rafta dururken dönüp bakmayacağı o eski kitaplara ilgi çekmek için çok ilginç bir yol bulmuşlar. Bir kitap otomatı icat etmişler! Evet evet, yanlış duymadınız. Sıcak-soğuk bir içecek ya da atıştırmalık bir şeyler almak için bozuk para attığımız o otomatlara benzer bir cihaz üretmişler. Siz parayı atıyorsunuz, cihaz da size rastgele bir kitap veriyor.

Buradaki "rastgele" kavramı önemli. İnsanın alacağı kitabı seçememesi olayı daha da esrarengiz ve ilginç kılıyor. Üstelik kitapların tanesi yalnızca iki dolar. Her kitaptan yalnızca bir adet var. Ne kadar yaratıcı bir buluş değil mi?

Darısı başımıza diyeceğim ama, Türk milleti illa ki o otomatın şeffaf bir vitrini olmasını ister ve alacağı kitabı seçmeyi talep eder gibi geliyor bana. Acaba yanılıyor muyum?

19 Şubat 2014 Çarşamba

Çevirmenin Fiziksel Çalış(ama)ma Koşulları

Her kitap ve çeviri yeni bir macera. Hem içerik bakımından, hem de fiziksel açıdan. Nasıl mı? Hemen anlatayım.

Bilgisayarlar ve internet, kuşkusuz çevirmenlerin işini büyük ölçüde kolaylaştırıyor. Daktiloda veya el yazısıyla çeviri yaptığınızı düşünsenize... Bu şekilde metni defalarca temize çekmeniz, yazım hatalarını satır satır kontrol etmeniz gerekirdi. Bu yüzden bilgisayarlar ve word bizim en büyük dostumuz. 


Fakat, arada bir "kal" geldiğinde ve kendimi ekrana boş boş bakarken bulduğumda, benim yardımıma artık o pek sık kullanılmayan kağıt ve kurşun kalem ikilisi yetişiyor. Takıldığım terimleri bir de el yazımla kağıda geçirince, birden kafamda bir ampul yanıyor! "Ben bunu nasıl daha önce düşünemedim?" diyorum.


Çeviriyi orijinal kitap üzerinden değil de, fotokopi üzerinden yapıyorsam, sayfanın üzerine kendimce işaretler koyup, satırların altını çizebiliyorsam çok daha rahat çalışıyorum. O gün çevirmeyi hedeflediğim kadar sayfayı alıyorum yanıma, oh mis! Her şeyden önce, dört yüz küsur sayfalık ciltli bir kitabı masanın üzerinde nasıl açık tutacağımı bile düşünmeme gerek kalmıyor. Gülmeyin, bu gerçekten ciddi bir sorun! Kitabın çeşitli yerlerine tutturduğunuz ataçlar sayfaların ağırlığına ve cildin kapanma direncine daha fazla karşı koyamayıp patır patır intihar ediyorlar... Baktım olmuyor, bu sefer kitaba biraz eğim vermek için altına bir yükselti koyuyorum, bu sefer de üzerindeki kağıt ağırlığı pat diye düşüyor! 


PDF üzerinden çalışmak da fena sayılmaz. Kitabı elimde hissedemesem de, en azından başımı tenis maçı seyreden kedi yavrusu gibi bir kitaba bir ekrana çevirmek zorunda kalmıyorum:) Fakat bu sefer de iki ekranı yan yana açık tutmam gerekiyor ve bazen dizüstü bilgisayar ekranı bunun için küçük kalabiliyor.


"Aman canım, bunlar da dert mi?" diyebilirsiniz. Kollarınızı masaya dayadığınız yerlerde masanın izi çıktığında, bilekleriniz uyuştuğunda ve parmaklarınızı giderek daha çok esnetme ihtiyacı duymaya başladığınızda tekrar haberleşelim:)

17 Şubat 2014 Pazartesi

Çevirinin Çevirisi

Başlığı okuyunca "Bu da de demek?" demiş olabilirsiniz. Bir süredir bir yayıneviyle yazışıyorum. Sağolsunlar kendileri çevirmem için birkaç kitap önerisi sundular. Hepsi de non-fiction (kurmaca olmayan) ve psikoloji alanında çok tanınmış, kaynak kabul edilen kitaplar. Önce çok sevindim ve hemen incelemeye başladım. Fakat sevincim kursağımda kaldı. Çünkü bu kitaplar Almanca'dan İngilizce'ye çevrilmişti ve yayınevi de bu metinleri bir de İngilizce'den Türkçe'ye çevirmemi istiyordu... Tam bir "lost in translation" vakası! Uzun uzun düşündüm ve kitapların her birinde aklım kalsa da, reddettim. Çünkü bence çevirinin çevirisi olmaz. Bu kitaplar Türkçe'ye kazandırılacaksa, çeviriler İngilizce çeviri metin üzerinden değil, orijinal Almanca metin üzerinden yapılmalı. 

Ben reddettim ama, eminim bu teklifi başka biri seve seve kabul edecek. Belki de ortaya çok iyi bir iş çıkacak. Ama açıkçası ben cesaret edemedim. Bunu biraz da kulaktan kulağa oynamaya benzettim kendimce. Kitapta bol miktarda dipnot olması dikkatimi çekti. İngilizce'de direk karşılığı bulunamayan terimler Almanca olarak bırakılmış ve açıklamaları yapılmıştı. Bir de bunları Türkçe'ye çevirmeye kalktığımı düşünün!

Bence bu durumun tek bir istisnası olabilir: Eğer orijinal metin zarar gördüyse, kayıpsa, çeviri metin başka dillere de çevrilerek başka insanların okuması sağlanabilir. Ama orijinal metin yerli yerindeyse, böyle bir işe kalkışmak cesaret ister doğrusu... Acaba ben mi çok garanticiyim?


27 Ocak 2014 Pazartesi

Kaderin Cilvesi



Yıl 2002. 23 yaşındayım. Bir firmada yurtdışı eğitim danışmanı olarak çalışıyorum, fakat mutsuzluktan ölüyorum. Firmada bir düzensizlik, bir kuralsızlık hakim. Herkes istediği telden çalıyor. İki patronumuz var, üstelik boşanmış ama iş ortaklıkları devam eden bir karı-koca. Burada 6 ay çalıştıktan sonra, daha fazla dayanamayıp istifa ediyorum. Bu işin bana en güzel hediyesi ise, hala daha görüştüğüm iki can dostumu kazandırması.

Oysa ne kadar güzel hayallerim, ümitlerim vardı mezun olurken... İlk işim hiç de umduğum gibi çıkmadığı için kendimi çok başarısız hissediyorum. Son iş günümde, o binadan ağlayarak çıkıyorum.

Yıl 2014. 34 yaşındayım. 11 senelik bir iş hayatını geride bırakmış, yoluma tek başıma devam etmeye karar vermişim. Derken program yapımcısı ve sunucusu lise arkadaşım, blog yazılarımı okuyup freelance çevirmenlik yaptığımı öğrenmiş ve beni programına konuk olarak davet ediyor. Bilin bakalım çekimin yapıldığı bina neresi? Evet doğru tahmin ettiniz: 11 yıl önce ağlayarak çıktığım o bina...

Başım eğik olarak çıktığım o binaya, bu sefer yüzümde bir tebessümle giriyorum. Gel de kadere inanma diyorum içimden. Bina aynı bina, ama ben çok değişmişim, gelişmişim, öğrenmişim. Bir kez daha harcanan hiçbir çabanın, dökülen hiçbir gözyaşının sebepsiz olmadığını yaşayarak görüyorum. İçimden o büyük güce bir kez daha teşekkür ediyorum. Sıradan gibi görünen o anların birleşiminden oluşan ömrümüzde, hiçbir şey, katiyen tesadüfen olmuyor. Eğer bunu fark edip hep daha güzelini, daha iyisini isterseniz ve bu uğurda gerçekten çalışırsanız, devran mutlaka dönüyor...

23 Ocak 2014 Perşembe

Son Moda: Hastane "Selfie"leri

Öncelikle griple boğuşan / boğuşmakta olan herkese geçmiş olsun diyorum. Fakat sosyal medyada hızla yayılan bir akımın abesliğine parmak basmadan geçemeyeceğim.
 
İnsanların çeşitli aktivitelerle meşgul olurken çekip sosyal medyada paylaştıkları kişisel fotolara "selfie" deniyor. Genelde kadınlar selfie yayınlamaya daha meyilli. Bunda bir kötülük yok tabii. İnsan mutlu bir anını yakaladığı bir kareyi paylaşabilir. Herkesi tek tek arayıp izahat vermek yerine, statüsüne "Hastayım" da yazabilir. Fakat o hastane fotoları, serumlara, yeşil hastane geceliklerine zoom yapmalar filan nedir yahu?! İnsan hasta halini niye sergilemek ister ki? Bende mi bir gariplik var acaba? Neredeyse serum şişesine ve şırıngaya instagram filtresi koyacaklar...
 
Ben de kendim veya yakınlarım dolayısıyla hastanelerde zaman geçirdim, kendim de yattım, refakatçi olarak da kaldım ama telefonu yalnızca haberleşmek için kullandım. O durumdayken selfie yayınlamak aklımın ucundan bile geçmedi.
 
İnsanlar artık "paylaşma" ve "sergileme" arasındaki farkı ayırt edemez hale geldiler. Psikolog arkadaşlarım ne der bilmiyorum ama, bence insanın kendini sergileme dürtüsü giderek bir bağımlılık halini almaya başladı...
 
(Not: Paylaştığım fotoğraf, İspanya'da ameliyat olan bir değişim öğrencisine ait. Ameliyathaneye o telefonun nasıl girdiği ise ayrı bir merak konusu... Sterilizasyonun tavan yaptığı an!)
 
 
 
 
 
 

22 Ocak 2014 Çarşamba

Yeni İş Arkadaşlarım: Roman Kahramanları

Bence kurumsal iş hayatının en güzel yanlarından biri, insanın güzel dostluklar kurması. Ne mutlu ki, ben de eski iş yerlerimde edindiğim dostlukları hala sürdürüyorum. Çevirmen olarak çalışmaya başladığımdan beri bana en çok sorulan sorulardan biri de şu: "Yalnız başına sıkılmıyor musun?"
 
Aslında ben yalnız değilim:) Çeviri yaparken insan karakterleri öyle derinlemesine tanıyor, öyle özel anlarına şahit oluyor ki, bazen onlarla sohbet ettiğimi bile düşünecek noktaya geliyorum. Konuşma ve düşünme biçimlerini kavrayıp, bir sonraki satırda ne diyeceklerini ya da nasıl davranacaklarını tahmin edebiliyorum. Sanal kahramanlar tabii ki gerçek bir diyaloğun yerini tutmaz; ama zaten ben çalışırken sessizliğe ve sakinliğe ihtiyaç duyan biriyim. Mesela büyük bir alanda, birçok insanın bulunduğu bir ofiste çalıştığımı düşünemiyorum. Sürekli çalan telefonlar, kahve sohbetleri, ofis dedikoduları benim konsantrasyonum üzerinde ters etki yapıyor. Veya tam işe dalmışken, hiçbir sonuç alınamayacağı baştan belli olan, gizli gündemin çay içip kurabiye yemek olduğu bir toplantı haberi gelince, o işin bereketi kaçıyor. Bu yüzden, ben roman kahramanlarıyla sıkı dost olmaktan memnunum:)
 
Çok satan kitapların beyaz perdeye taşınması da bence yazarın hayat verdiği o sanal kahramanların başarısı. Replikleri ve başlarından geçenler beynimize öyle bir kazınıyor ki, hayal etmek yetmiyor; gerçek olmadıklarını bilsek de, onları ete kemiğe bürünmüş bir halde görmek istiyoruz...
 
Bir de roman kahramanlarının en güzel yanı ne biliyor musunuz? Her istediğinizde elinizin altında olmaları:) Arkadaşlarınız her an müsait olmayabilirler, ama yanınızda bir kitap taşıdığınız sürece, aslında yalnız sayılmazsınız. Hatta bu kahramanların sayesinde, normal şartlarda tanışamayacağınız, oturup konuşma şansınızın olmadığı yazarların kafasından geçenleri öğrenme, onlarla dolaylı yoldan sohbet etme şansı bulursunuz. Ön yargılarımız nedeniyle gerçek hayatta dost olamayacağımız uçuk bir yazarın bir cümlesi, bakış açınızı derinden sarsabilir.
 
İşte bu yüzden, çalışırken kendimi yalnız hissetmiyorum. Her yeni kitapta farklı bir kahramanla tanışmak ve onu kendi dilimde konuşturmak nasıl sıkıcı olabilir ki?

 
 

15 Ocak 2014 Çarşamba

Zamanı Kullanma Kılavuzu

İÇİNDEKİLER:
 
1. BÖLÜM: Zamanı Etkin Kullanmak
Uygulanamayan öneri: Yapılacak işler listesine sadık kalmak
 
2. BÖLÜM: Zaman Hırsızları ve Tuzaklar
Facebook, twitter, whats app ve bilimum sosyal medya uygulamaları
 
3. BÖLÜM: Tehditler ve Fırsatlar - Murphy Kanunları İş Başında...
Aklınıza gelen ve ihtimal dahilinde olan her şey ters gider.
 
4. BÖLÜM: İzafi bir Kavram Olan Zamanı Esnetmeye Çalışmak
Einstein bunun mümkün olduğunu söylemişti. Yapabilen varsa haber versin!
 
5. BÖLÜM: Sonuç - "Hiçbiri İşe Yaramıyor, Uyumayın!" Formülünü Uygulamak
Kafası çalışan bir zombi olabilmem için kafein dışında bir önerisi olan yazsın lütfen...
 
Bu kadar işin arasında o kadar doldum ki, yazarak bir nevi kişisel terapi uygulamam gerektiğine karar verdim. Derdim zamanla. Sanırım kendisiyle kavgalı olan bir tek ben değilim. Ama çeviri yapmaya başladığımdan beri, zaman kendini çok daha ağırdan satmaya başladı bana...
 
"Aman canım, ne var, evindesin işte, yediğin önünde yemediğin arkanda, karışanın görüşenin yok, trafiğe takılıp yollarda telef de olmuyorsun," diyebilirsiniz. Evet, bunların hepsi doğru. Bir de zamanla barışıp, üstatların salık verdiği gibi "an"da kalabilsem, geçmiş ve gelecek odaklı yaşamasam, belki zaman da bana karşı daha insaflı davranabilir. Ama kendisiyle gözümü açtığım andan itibaren yarış halinde olduğumdan ve her şeyi programlamaya çalıştığımdan, o da direniyor haliyle.
 
Ama gel de gelecek odaklı yaşama! Çeviri teslim tarihleri takvimde kırmızı dairelerle işaretli halde dururken, hayat da beklemiyor ki... Sevdiklerinizin size ihtiyacı oluyor. Mutlu olunca, hasta olunca, üzgün olunca sizi yanlarında istiyorlar. Veya kırk yıldır görmediğiniz bir yakınınız, metnin en can alıcı, en zor paragrafını çevirmek üzereyken, tam da uygun kelimeleri bulduğunuzu düşünürken, o gün sizi görmek istiyor... O da haklı, nereden bilsin ki sizin hangi hayali roman kahramanının hezeyanlarıyla uğraştığınızı?
 
Ah şu zaman yok mu? Hep onun yüzünden. Günler bazen biraz daha uzun olsa, ya da bazen elimizde olsa da yalnızca kendi zamanımız başkalarınınkinden daha yavaş aksa... Ne olurdu sanki?
 
 
 
 
 
   
   

4 Ocak 2014 Cumartesi

Popüler Kültür Dedikleri

İşim gereği çevirmenlikle ilgili internet sitelerini takip ediyorum. Geçenlere rastladığım bir sitede, beni düşündüren bir ifadeye rastladım. Son yıllarda çok satan "ucuz edebiyat" örneklerini ve bu kitapları çevirenleri eleştiriyordu. Özellikle de ünlülerin biyografilerini basan yayınevlerini kitlelere oynamakla suçluyordu. Ben de bir ünlünün biyografisini çevirdiğim için, bu konuda bir iki laf söyleme hakkını buldum kendimde.

Gönül ister ki basılan her kitap bir klasik değeri taşısın, dilden dile çevrilsin, çağdan çağa aktarılsın. Ancak bu kimseye daha "çıtır" kitapları ve yazarları küçümseme hakkı vermiyor. Ayrıca popüler kültüre karşı alınan bu tavrın nedeni nedir? Çok satan / okunan / dinlenen / izlenen her eser, kendi dönemi içindeki popüler kültürün bir yapı taşı değil mi? Örneğin Beatles ya da Elvis Presley de bir zamanlar popüler kültürün temsilcileri değil miydi? Zaten bir eserin kalıcı olup olmayacağını kendi kalitesi belirler. O zaman bu yerden yere vurma merakı niye?

Bu eleştiriden kendi devrinde çok satan, ama asla ucuz edebiyat yapmayan yazarlar da nasibini alıyor. Velhasıl satsan bir türlü, satmasan bir türlü... Kurunun yanında yaş da yanıyor ve popüler kültür sınıfına dahil edilen kitapları çevirenler de küçümseniyor. Sanırsınız bütün Türkiye Dostoyevski okuyor, Kafka çeviriyor...




3 Ocak 2014 Cuma

Teknik Çevirmenler Kitap Çevirmenlerine Karşı (Mı?)

Bir sektöre yeni girdiğinizde, kıdemli meslektaşlarınız sırtınızı sıvazlayıp size başarılar dilemekte bir sakınca görmezler. Fakat birkaç iş yapıp palazlanmaya başladığınızda, hele sektörle ilgili eleştirilerinizi dile getirdiğinizde, kafanıza sopayı yersiniz. Aslında bu ciddiye alındığınızın göstergesidir.

Benim de başıma aynısı geldi. Bir önceki yazımda, isim vermeden çeviri hatalarıyla dolu bir kitaptan bahsetmiştim. Bu yazımı facebook'ta üye olduğum bir çevirmenler grubunda yayınlama gafletinde bulundum. Teknik çevirmen bir hanım vermiş veriştirmiş. Vay efendim, ben böyle bir eleştiri yapacak eğitimi almış mıyım? Ben hiç mi hata yapmıyormuşum? Madem öyle, herkes benden ders alsaymış... Başka bir meslektaşım ise tespitlerimi çok beğendiğini yazmış. Aynı yazı ve birbiriyle taban tabana zıt iki farklı yorum...

Olumsuz yorum yapan hanımefendinin profiline bir bakayım dedim. Kendisi medikal çevirmenlik yapan yeminli bir tercüman ve eczacı. Yaşı benden epey büyük. Kendisi çevirinin oldukça teknik bir alanında uzmanlaşmış. Kitap çevirisi veya edebi çeviriyle uğraşmıyor. Fakat buna rağmen, başka bir kitap çevirmenini eleştirmeme tahammül edemeyip bana saldırıyor. Belki de kendime güvenmem onu rahatsız ediyor. Hadsiz olduğumu düşünüyor.

Sonra olumlu yorumu yazan meslektaşımın profiline baktım ve kitap çevirmeni olduğunu gördüm. Aynı alanda çalıştığımız için, bu yorum benim için kıymetliydi.

Acaba dedim, çevirmenler arasında da teknik / edebi kutuplaşması mı var? Yoksa insanın olduğu her yerde olduğu gibi, bu sektörde de kavga ve gürültü eksik olmuyor mu? Eleştiri burada da mı yasak? Umarım böyle bir ayrım yoktur. Çünkü çevirinin her türlüsü çok emek istiyor. Hepimizin hedefi temiz ve anlaşılır metinler üretmek iken, inatçı keçiler gibi birbirimizle itişmenin bir anlamı yok. Ancak isim vermeden eleştiri yapma hakkını da kimse kimsenin elinden alamaz. 

"Aramıza hoşgeldin," dediğinizi duyar gibiyim. Fakat yine de seviniyorum. Çünkü insanın sürekli olumlu yorum alması mümkün değil. Bu vesileyle bu büyüğüme, blogumun okunma istatistiklerine katkıda bulunduğu için teşekkürlerimi sunarım. İletişim yöntemi olarak "saldırıyı" seçtiği sürece de, tüm haksız temenni ve görüşlerinin de bir gün kendisine bir ayna misali geri döneceğini belirtmek isterim...


NOT: Özel yazışmamızın ardından eleştiride bulunan meslektaşım özür diledi ve olay tatlıya bağlandı...