27 Ocak 2014 Pazartesi

Kaderin Cilvesi



Yıl 2002. 23 yaşındayım. Bir firmada yurtdışı eğitim danışmanı olarak çalışıyorum, fakat mutsuzluktan ölüyorum. Firmada bir düzensizlik, bir kuralsızlık hakim. Herkes istediği telden çalıyor. İki patronumuz var, üstelik boşanmış ama iş ortaklıkları devam eden bir karı-koca. Burada 6 ay çalıştıktan sonra, daha fazla dayanamayıp istifa ediyorum. Bu işin bana en güzel hediyesi ise, hala daha görüştüğüm iki can dostumu kazandırması.

Oysa ne kadar güzel hayallerim, ümitlerim vardı mezun olurken... İlk işim hiç de umduğum gibi çıkmadığı için kendimi çok başarısız hissediyorum. Son iş günümde, o binadan ağlayarak çıkıyorum.

Yıl 2014. 34 yaşındayım. 11 senelik bir iş hayatını geride bırakmış, yoluma tek başıma devam etmeye karar vermişim. Derken program yapımcısı ve sunucusu lise arkadaşım, blog yazılarımı okuyup freelance çevirmenlik yaptığımı öğrenmiş ve beni programına konuk olarak davet ediyor. Bilin bakalım çekimin yapıldığı bina neresi? Evet doğru tahmin ettiniz: 11 yıl önce ağlayarak çıktığım o bina...

Başım eğik olarak çıktığım o binaya, bu sefer yüzümde bir tebessümle giriyorum. Gel de kadere inanma diyorum içimden. Bina aynı bina, ama ben çok değişmişim, gelişmişim, öğrenmişim. Bir kez daha harcanan hiçbir çabanın, dökülen hiçbir gözyaşının sebepsiz olmadığını yaşayarak görüyorum. İçimden o büyük güce bir kez daha teşekkür ediyorum. Sıradan gibi görünen o anların birleşiminden oluşan ömrümüzde, hiçbir şey, katiyen tesadüfen olmuyor. Eğer bunu fark edip hep daha güzelini, daha iyisini isterseniz ve bu uğurda gerçekten çalışırsanız, devran mutlaka dönüyor...

23 Ocak 2014 Perşembe

Son Moda: Hastane "Selfie"leri

Öncelikle griple boğuşan / boğuşmakta olan herkese geçmiş olsun diyorum. Fakat sosyal medyada hızla yayılan bir akımın abesliğine parmak basmadan geçemeyeceğim.
 
İnsanların çeşitli aktivitelerle meşgul olurken çekip sosyal medyada paylaştıkları kişisel fotolara "selfie" deniyor. Genelde kadınlar selfie yayınlamaya daha meyilli. Bunda bir kötülük yok tabii. İnsan mutlu bir anını yakaladığı bir kareyi paylaşabilir. Herkesi tek tek arayıp izahat vermek yerine, statüsüne "Hastayım" da yazabilir. Fakat o hastane fotoları, serumlara, yeşil hastane geceliklerine zoom yapmalar filan nedir yahu?! İnsan hasta halini niye sergilemek ister ki? Bende mi bir gariplik var acaba? Neredeyse serum şişesine ve şırıngaya instagram filtresi koyacaklar...
 
Ben de kendim veya yakınlarım dolayısıyla hastanelerde zaman geçirdim, kendim de yattım, refakatçi olarak da kaldım ama telefonu yalnızca haberleşmek için kullandım. O durumdayken selfie yayınlamak aklımın ucundan bile geçmedi.
 
İnsanlar artık "paylaşma" ve "sergileme" arasındaki farkı ayırt edemez hale geldiler. Psikolog arkadaşlarım ne der bilmiyorum ama, bence insanın kendini sergileme dürtüsü giderek bir bağımlılık halini almaya başladı...
 
(Not: Paylaştığım fotoğraf, İspanya'da ameliyat olan bir değişim öğrencisine ait. Ameliyathaneye o telefonun nasıl girdiği ise ayrı bir merak konusu... Sterilizasyonun tavan yaptığı an!)
 
 
 
 
 
 

22 Ocak 2014 Çarşamba

Yeni İş Arkadaşlarım: Roman Kahramanları

Bence kurumsal iş hayatının en güzel yanlarından biri, insanın güzel dostluklar kurması. Ne mutlu ki, ben de eski iş yerlerimde edindiğim dostlukları hala sürdürüyorum. Çevirmen olarak çalışmaya başladığımdan beri bana en çok sorulan sorulardan biri de şu: "Yalnız başına sıkılmıyor musun?"
 
Aslında ben yalnız değilim:) Çeviri yaparken insan karakterleri öyle derinlemesine tanıyor, öyle özel anlarına şahit oluyor ki, bazen onlarla sohbet ettiğimi bile düşünecek noktaya geliyorum. Konuşma ve düşünme biçimlerini kavrayıp, bir sonraki satırda ne diyeceklerini ya da nasıl davranacaklarını tahmin edebiliyorum. Sanal kahramanlar tabii ki gerçek bir diyaloğun yerini tutmaz; ama zaten ben çalışırken sessizliğe ve sakinliğe ihtiyaç duyan biriyim. Mesela büyük bir alanda, birçok insanın bulunduğu bir ofiste çalıştığımı düşünemiyorum. Sürekli çalan telefonlar, kahve sohbetleri, ofis dedikoduları benim konsantrasyonum üzerinde ters etki yapıyor. Veya tam işe dalmışken, hiçbir sonuç alınamayacağı baştan belli olan, gizli gündemin çay içip kurabiye yemek olduğu bir toplantı haberi gelince, o işin bereketi kaçıyor. Bu yüzden, ben roman kahramanlarıyla sıkı dost olmaktan memnunum:)
 
Çok satan kitapların beyaz perdeye taşınması da bence yazarın hayat verdiği o sanal kahramanların başarısı. Replikleri ve başlarından geçenler beynimize öyle bir kazınıyor ki, hayal etmek yetmiyor; gerçek olmadıklarını bilsek de, onları ete kemiğe bürünmüş bir halde görmek istiyoruz...
 
Bir de roman kahramanlarının en güzel yanı ne biliyor musunuz? Her istediğinizde elinizin altında olmaları:) Arkadaşlarınız her an müsait olmayabilirler, ama yanınızda bir kitap taşıdığınız sürece, aslında yalnız sayılmazsınız. Hatta bu kahramanların sayesinde, normal şartlarda tanışamayacağınız, oturup konuşma şansınızın olmadığı yazarların kafasından geçenleri öğrenme, onlarla dolaylı yoldan sohbet etme şansı bulursunuz. Ön yargılarımız nedeniyle gerçek hayatta dost olamayacağımız uçuk bir yazarın bir cümlesi, bakış açınızı derinden sarsabilir.
 
İşte bu yüzden, çalışırken kendimi yalnız hissetmiyorum. Her yeni kitapta farklı bir kahramanla tanışmak ve onu kendi dilimde konuşturmak nasıl sıkıcı olabilir ki?

 
 

15 Ocak 2014 Çarşamba

Zamanı Kullanma Kılavuzu

İÇİNDEKİLER:
 
1. BÖLÜM: Zamanı Etkin Kullanmak
Uygulanamayan öneri: Yapılacak işler listesine sadık kalmak
 
2. BÖLÜM: Zaman Hırsızları ve Tuzaklar
Facebook, twitter, whats app ve bilimum sosyal medya uygulamaları
 
3. BÖLÜM: Tehditler ve Fırsatlar - Murphy Kanunları İş Başında...
Aklınıza gelen ve ihtimal dahilinde olan her şey ters gider.
 
4. BÖLÜM: İzafi bir Kavram Olan Zamanı Esnetmeye Çalışmak
Einstein bunun mümkün olduğunu söylemişti. Yapabilen varsa haber versin!
 
5. BÖLÜM: Sonuç - "Hiçbiri İşe Yaramıyor, Uyumayın!" Formülünü Uygulamak
Kafası çalışan bir zombi olabilmem için kafein dışında bir önerisi olan yazsın lütfen...
 
Bu kadar işin arasında o kadar doldum ki, yazarak bir nevi kişisel terapi uygulamam gerektiğine karar verdim. Derdim zamanla. Sanırım kendisiyle kavgalı olan bir tek ben değilim. Ama çeviri yapmaya başladığımdan beri, zaman kendini çok daha ağırdan satmaya başladı bana...
 
"Aman canım, ne var, evindesin işte, yediğin önünde yemediğin arkanda, karışanın görüşenin yok, trafiğe takılıp yollarda telef de olmuyorsun," diyebilirsiniz. Evet, bunların hepsi doğru. Bir de zamanla barışıp, üstatların salık verdiği gibi "an"da kalabilsem, geçmiş ve gelecek odaklı yaşamasam, belki zaman da bana karşı daha insaflı davranabilir. Ama kendisiyle gözümü açtığım andan itibaren yarış halinde olduğumdan ve her şeyi programlamaya çalıştığımdan, o da direniyor haliyle.
 
Ama gel de gelecek odaklı yaşama! Çeviri teslim tarihleri takvimde kırmızı dairelerle işaretli halde dururken, hayat da beklemiyor ki... Sevdiklerinizin size ihtiyacı oluyor. Mutlu olunca, hasta olunca, üzgün olunca sizi yanlarında istiyorlar. Veya kırk yıldır görmediğiniz bir yakınınız, metnin en can alıcı, en zor paragrafını çevirmek üzereyken, tam da uygun kelimeleri bulduğunuzu düşünürken, o gün sizi görmek istiyor... O da haklı, nereden bilsin ki sizin hangi hayali roman kahramanının hezeyanlarıyla uğraştığınızı?
 
Ah şu zaman yok mu? Hep onun yüzünden. Günler bazen biraz daha uzun olsa, ya da bazen elimizde olsa da yalnızca kendi zamanımız başkalarınınkinden daha yavaş aksa... Ne olurdu sanki?
 
 
 
 
 
   
   

4 Ocak 2014 Cumartesi

Popüler Kültür Dedikleri

İşim gereği çevirmenlikle ilgili internet sitelerini takip ediyorum. Geçenlere rastladığım bir sitede, beni düşündüren bir ifadeye rastladım. Son yıllarda çok satan "ucuz edebiyat" örneklerini ve bu kitapları çevirenleri eleştiriyordu. Özellikle de ünlülerin biyografilerini basan yayınevlerini kitlelere oynamakla suçluyordu. Ben de bir ünlünün biyografisini çevirdiğim için, bu konuda bir iki laf söyleme hakkını buldum kendimde.

Gönül ister ki basılan her kitap bir klasik değeri taşısın, dilden dile çevrilsin, çağdan çağa aktarılsın. Ancak bu kimseye daha "çıtır" kitapları ve yazarları küçümseme hakkı vermiyor. Ayrıca popüler kültüre karşı alınan bu tavrın nedeni nedir? Çok satan / okunan / dinlenen / izlenen her eser, kendi dönemi içindeki popüler kültürün bir yapı taşı değil mi? Örneğin Beatles ya da Elvis Presley de bir zamanlar popüler kültürün temsilcileri değil miydi? Zaten bir eserin kalıcı olup olmayacağını kendi kalitesi belirler. O zaman bu yerden yere vurma merakı niye?

Bu eleştiriden kendi devrinde çok satan, ama asla ucuz edebiyat yapmayan yazarlar da nasibini alıyor. Velhasıl satsan bir türlü, satmasan bir türlü... Kurunun yanında yaş da yanıyor ve popüler kültür sınıfına dahil edilen kitapları çevirenler de küçümseniyor. Sanırsınız bütün Türkiye Dostoyevski okuyor, Kafka çeviriyor...




3 Ocak 2014 Cuma

Teknik Çevirmenler Kitap Çevirmenlerine Karşı (Mı?)

Bir sektöre yeni girdiğinizde, kıdemli meslektaşlarınız sırtınızı sıvazlayıp size başarılar dilemekte bir sakınca görmezler. Fakat birkaç iş yapıp palazlanmaya başladığınızda, hele sektörle ilgili eleştirilerinizi dile getirdiğinizde, kafanıza sopayı yersiniz. Aslında bu ciddiye alındığınızın göstergesidir.

Benim de başıma aynısı geldi. Bir önceki yazımda, isim vermeden çeviri hatalarıyla dolu bir kitaptan bahsetmiştim. Bu yazımı facebook'ta üye olduğum bir çevirmenler grubunda yayınlama gafletinde bulundum. Teknik çevirmen bir hanım vermiş veriştirmiş. Vay efendim, ben böyle bir eleştiri yapacak eğitimi almış mıyım? Ben hiç mi hata yapmıyormuşum? Madem öyle, herkes benden ders alsaymış... Başka bir meslektaşım ise tespitlerimi çok beğendiğini yazmış. Aynı yazı ve birbiriyle taban tabana zıt iki farklı yorum...

Olumsuz yorum yapan hanımefendinin profiline bir bakayım dedim. Kendisi medikal çevirmenlik yapan yeminli bir tercüman ve eczacı. Yaşı benden epey büyük. Kendisi çevirinin oldukça teknik bir alanında uzmanlaşmış. Kitap çevirisi veya edebi çeviriyle uğraşmıyor. Fakat buna rağmen, başka bir kitap çevirmenini eleştirmeme tahammül edemeyip bana saldırıyor. Belki de kendime güvenmem onu rahatsız ediyor. Hadsiz olduğumu düşünüyor.

Sonra olumlu yorumu yazan meslektaşımın profiline baktım ve kitap çevirmeni olduğunu gördüm. Aynı alanda çalıştığımız için, bu yorum benim için kıymetliydi.

Acaba dedim, çevirmenler arasında da teknik / edebi kutuplaşması mı var? Yoksa insanın olduğu her yerde olduğu gibi, bu sektörde de kavga ve gürültü eksik olmuyor mu? Eleştiri burada da mı yasak? Umarım böyle bir ayrım yoktur. Çünkü çevirinin her türlüsü çok emek istiyor. Hepimizin hedefi temiz ve anlaşılır metinler üretmek iken, inatçı keçiler gibi birbirimizle itişmenin bir anlamı yok. Ancak isim vermeden eleştiri yapma hakkını da kimse kimsenin elinden alamaz. 

"Aramıza hoşgeldin," dediğinizi duyar gibiyim. Fakat yine de seviniyorum. Çünkü insanın sürekli olumlu yorum alması mümkün değil. Bu vesileyle bu büyüğüme, blogumun okunma istatistiklerine katkıda bulunduğu için teşekkürlerimi sunarım. İletişim yöntemi olarak "saldırıyı" seçtiği sürece de, tüm haksız temenni ve görüşlerinin de bir gün kendisine bir ayna misali geri döneceğini belirtmek isterim...


NOT: Özel yazışmamızın ardından eleştiride bulunan meslektaşım özür diledi ve olay tatlıya bağlandı...