25 Şubat 2014 Salı

Engin bir Derya - İngilizce


Amerikalı filozof Ralph Waldo Emerson, "The Story of English" adlı kitabında, "İngilizce gökyüzü altındaki her coğrafyadan çıkan akarsuların döküldüğü bir denizdir," demiş. Başka bir deyişle bu dilin ne kadar zengin olduğunu vurgulamış. İngilizce öğrenen herkeste genelde şöyle bir yaklaşım vardır: "Aslında grameri çok zor değil ama, kelime dağarcığımı genişletmem gerek." Evet doğru. Neden mi? Çünkü İngilizce'de tam 500.000 kelime var da ondan!

Emerson "The Story of English" kitabında diller hakkında birtakım istatistikler vermiş. Dünya üzerinde yaklaşık 2700 tane dil varmış ve İngilizce bunların içinde en zengin lügata sahip olan dilmiş. Örneğin Almanca'da 185.000 kelime varken, Fransızca'daki kelime sayısıysa 100.000'den azmış... Bildiğim kadarıyla Türkçe'de 100.000'e yakın sözcük var. Ancak TDK'nın bu konuda yanlış sayım yaptığına inananlar da var. TDK herkesin kafasını karıştıran yazım kılavuzunda imza attıkları çelişkileri düzeltmek için yeni bir revizyona gidecekmiş... Bunu da dün araştırma yaparken, bir edebiyat öğretmeninin TDK'ya yapmış olduğu itiraz e-postasını okuyunca öğrendim. TDK öğretmene gönderdiği cevapta, yeni kılavuzda "yanlış yorumlara yol açan örneklerin" düzeltileceğini belirtmiş. Ne mutlu! Birlikte çalıştığım editörlerin hepsinin Ömer Asım Aksoy'un 2006 yılında güncel baskısı yapılan Ana Yazım Kılavuzu'nu kullanmamı önermeleri bir tesadüf olmasa gerek...

Geçen sene bir dilin zenginliğinin kelime sayısıyla ölçülemeyeceğine dair bir yazı okumuştum. Kuşkusuz doğru. Türkçe'de bir sözcük pek çok farklı anlam taşıyabiliyor, yapım ekleri sayesinde tek bir kökten birçok sözcük türeyebiliyor. Fakat İngilizce'den Türkçe'ye çeviri yapanlar için şöyle bir tuzak var: 500.000 kelimelik bir dili, elimizdeki 100.000 ile baştan yazmaya çalışıyoruz!

Bazen sohbet arasında "çevirmenlik yapıyorum" deyince, "Aaa ben de lisede falanca hocam için bir paragraf çevirmiştim, gözleri dolmuştu, alnımdan öpmüştü..." tarzında yorumlarla karşılaşıyorum. İnsanlar nedense çevirinin isteyen ve zaman ayıran herkes tarafından yapılabileceği gibi bir yanılgı içindeler... "Aman uğraşamam çeviriyle filan, vaktim yok!" diyene bile rastladım. Ah benim güzel kardeşim, vaktin olsa da, bu iş hiç öyle karşıdan göründüğü gibi değil. Ben İngilizce'yi 12 yaşımdayken öğrenmeye başladım (Dikkat ediniz, öğrendim deniyorum) ve yıllar içinde üzerine sürekli bir şeyler ekledim. Çevirmenlik yapmaya başladığımdan beri, yeni bir sözcük ya da terim öğrenmediğim tek bir gün bile geçmedi diyebilirim. Kimse kusura bakmasın ama, İngilizce her ne kadar karşıdan kolay gibi görünse de, anadili olmayan birinin "tam" olarak öğrenebileceği bir dil değil... Kaldı ki o 500.000 sözcük yalnızca lügata girenler. Bir de lügata girmeyen argo ve günlük terimler var. Bunlar için internette özel sözlükler bile oluşturulmuş...

Diyeceğim o ki, bugünün olmazsa olmazı haline gelen İngilizce, içine daldıkça hayran olacağınız engin bir derya. Hangi okuldan mezun olursanız olun, hangi "biznıs ingiliş" terimlerini bilirseniz bilin, hangi kursun über süper upper sertifikasını alırsanız alın, 500.000 kelimenin hepsini beyninize sığdırabileceğinizi sanmıyorum... Hatta anadili İngilizce olanlar bile hepsini bilmiyor. Bu yüzden de, "Aaaa çeviri yaparken neden sözlük kullanıyorsun ki?" diye soranlara izninizle yönetmenin Tolga Çevik'e seslendiği gibi, "Arkadaşım salak mısın?" demek istiyorum...

Ben İngilizce'yi ulu bir çınar ağacına benzetiyorum. Nasıl ki bir ağacın dallarındaki yaprakları sayamıyorsanız, "Benim artık İngilizce'de öğrenecek hiçbir şeyim kalmadı, hepsini biliyorum," diyemezsiniz. Çünkü tam dile hakim olmaya başladığınızı düşündüğünüz sırada, daha önce gözünüze çarpmayan dallar olduğunu fark edersiniz. Siz o dalları çalışırken de bahar gelir ve yeni dallar ve tomurcuklar filizlenir... 


21 Şubat 2014 Cuma

Kitap Otomatı

Bazı insanlar okuyacakları kitapları seçmekte zorlanırlar. Zaman kısıtlı olduğundan, okumaya değecek bir şeyler bulmak için, başkalarının tavsiyelerine ya da eleştirilere kulak verirler. Tabii bilinçli okurlardan bahsediyorum, okuyacağı kitapları yalnızca kapağına ve fazla kalın olmaması esasına göre seçenlerden değil.

Ben şahsen bir kitabın ilk sahibi olmayı tercih edenlerdenim ama, bir de eski kitap meraklıları var. Bazen zamanında çok okunmuş, değerli bir kitabın yeniden baskısı yapılmazsa, o zaman sahaflar ve ikinci el kitapçılar devreye giriyor. Eğer böyle bir dükkana girdiyseniz, fark etmişsinizdir. Üst üste yığılmış, kimsenin merak edip de bakmadığı birtakım kitaplar bir köşede yığılı halde, toz içinde durur. 

Monkey's Paw, Kanada'nın Toronto şehrinde bulunan ve kendi deyimleriyle "eski ve sıradışı" kitaplar bulunduran bir kitapçı. Koleksiyonlarının büyük bir kısmını ciltli, kalın, sararmış sayfalardan oluşan antika kitaplar oluşturuyor. Fakat artık kimsenin yüz vermediği, rafta dururken dönüp bakmayacağı o eski kitaplara ilgi çekmek için çok ilginç bir yol bulmuşlar. Bir kitap otomatı icat etmişler! Evet evet, yanlış duymadınız. Sıcak-soğuk bir içecek ya da atıştırmalık bir şeyler almak için bozuk para attığımız o otomatlara benzer bir cihaz üretmişler. Siz parayı atıyorsunuz, cihaz da size rastgele bir kitap veriyor.

Buradaki "rastgele" kavramı önemli. İnsanın alacağı kitabı seçememesi olayı daha da esrarengiz ve ilginç kılıyor. Üstelik kitapların tanesi yalnızca iki dolar. Her kitaptan yalnızca bir adet var. Ne kadar yaratıcı bir buluş değil mi?

Darısı başımıza diyeceğim ama, Türk milleti illa ki o otomatın şeffaf bir vitrini olmasını ister ve alacağı kitabı seçmeyi talep eder gibi geliyor bana. Acaba yanılıyor muyum?

19 Şubat 2014 Çarşamba

Çevirmenin Fiziksel Çalış(ama)ma Koşulları

Her kitap ve çeviri yeni bir macera. Hem içerik bakımından, hem de fiziksel açıdan. Nasıl mı? Hemen anlatayım.

Bilgisayarlar ve internet, kuşkusuz çevirmenlerin işini büyük ölçüde kolaylaştırıyor. Daktiloda veya el yazısıyla çeviri yaptığınızı düşünsenize... Bu şekilde metni defalarca temize çekmeniz, yazım hatalarını satır satır kontrol etmeniz gerekirdi. Bu yüzden bilgisayarlar ve word bizim en büyük dostumuz. 


Fakat, arada bir "kal" geldiğinde ve kendimi ekrana boş boş bakarken bulduğumda, benim yardımıma artık o pek sık kullanılmayan kağıt ve kurşun kalem ikilisi yetişiyor. Takıldığım terimleri bir de el yazımla kağıda geçirince, birden kafamda bir ampul yanıyor! "Ben bunu nasıl daha önce düşünemedim?" diyorum.


Çeviriyi orijinal kitap üzerinden değil de, fotokopi üzerinden yapıyorsam, sayfanın üzerine kendimce işaretler koyup, satırların altını çizebiliyorsam çok daha rahat çalışıyorum. O gün çevirmeyi hedeflediğim kadar sayfayı alıyorum yanıma, oh mis! Her şeyden önce, dört yüz küsur sayfalık ciltli bir kitabı masanın üzerinde nasıl açık tutacağımı bile düşünmeme gerek kalmıyor. Gülmeyin, bu gerçekten ciddi bir sorun! Kitabın çeşitli yerlerine tutturduğunuz ataçlar sayfaların ağırlığına ve cildin kapanma direncine daha fazla karşı koyamayıp patır patır intihar ediyorlar... Baktım olmuyor, bu sefer kitaba biraz eğim vermek için altına bir yükselti koyuyorum, bu sefer de üzerindeki kağıt ağırlığı pat diye düşüyor! 


PDF üzerinden çalışmak da fena sayılmaz. Kitabı elimde hissedemesem de, en azından başımı tenis maçı seyreden kedi yavrusu gibi bir kitaba bir ekrana çevirmek zorunda kalmıyorum:) Fakat bu sefer de iki ekranı yan yana açık tutmam gerekiyor ve bazen dizüstü bilgisayar ekranı bunun için küçük kalabiliyor.


"Aman canım, bunlar da dert mi?" diyebilirsiniz. Kollarınızı masaya dayadığınız yerlerde masanın izi çıktığında, bilekleriniz uyuştuğunda ve parmaklarınızı giderek daha çok esnetme ihtiyacı duymaya başladığınızda tekrar haberleşelim:)

17 Şubat 2014 Pazartesi

Çevirinin Çevirisi

Başlığı okuyunca "Bu da de demek?" demiş olabilirsiniz. Bir süredir bir yayıneviyle yazışıyorum. Sağolsunlar kendileri çevirmem için birkaç kitap önerisi sundular. Hepsi de non-fiction (kurmaca olmayan) ve psikoloji alanında çok tanınmış, kaynak kabul edilen kitaplar. Önce çok sevindim ve hemen incelemeye başladım. Fakat sevincim kursağımda kaldı. Çünkü bu kitaplar Almanca'dan İngilizce'ye çevrilmişti ve yayınevi de bu metinleri bir de İngilizce'den Türkçe'ye çevirmemi istiyordu... Tam bir "lost in translation" vakası! Uzun uzun düşündüm ve kitapların her birinde aklım kalsa da, reddettim. Çünkü bence çevirinin çevirisi olmaz. Bu kitaplar Türkçe'ye kazandırılacaksa, çeviriler İngilizce çeviri metin üzerinden değil, orijinal Almanca metin üzerinden yapılmalı. 

Ben reddettim ama, eminim bu teklifi başka biri seve seve kabul edecek. Belki de ortaya çok iyi bir iş çıkacak. Ama açıkçası ben cesaret edemedim. Bunu biraz da kulaktan kulağa oynamaya benzettim kendimce. Kitapta bol miktarda dipnot olması dikkatimi çekti. İngilizce'de direk karşılığı bulunamayan terimler Almanca olarak bırakılmış ve açıklamaları yapılmıştı. Bir de bunları Türkçe'ye çevirmeye kalktığımı düşünün!

Bence bu durumun tek bir istisnası olabilir: Eğer orijinal metin zarar gördüyse, kayıpsa, çeviri metin başka dillere de çevrilerek başka insanların okuması sağlanabilir. Ama orijinal metin yerli yerindeyse, böyle bir işe kalkışmak cesaret ister doğrusu... Acaba ben mi çok garanticiyim?