30 Ekim 2013 Çarşamba

Kişisel Gelişim Kitapları "Light" mıdır?

Geçen gün kitaplığımı düzenlerken, aynı tür kitapları yan yana dizip aynı rafta toplarken fark ettim. Üç raf dolusu kişisel gelişim, spiritüel açılım, olumlu düşünce kitabı biriktirmişim. Bazılarını henüz okuyamadım bile. Sonra eskiden bu tür kitaplara burun kıvırdığımı hatırlayıp güldüm kendi kendime. Gerçekten hayatta hiçbir konuda büyük konuşmamak lazım.

Bundan 6-7 sene önceydi. Ben her zamanki gibi bir kitapçıda kendimi kaybetmiş bir şekilde dolanıyordum. Yeni çıkanlar bölümünde "Meleğinizle İletişim Kurun" cinsinde bir kitap gözüme çarptı. Merak edip şöyle bir karıştırdım. Kitapta meleklerle iletişim kurmaktan, onlardan yardım istemekten, destek almaktan bahsediliyordu. "Yok artık, daha neler" diyerek kitabı kapattım ve uzun bir süre bu tür kitapların yüzüne bakmadım. Sonra iş hayatında yaşadığım türlü sorunlar nedeniyle, sırf kendimi iyi hissetmek için bu tarz kitapları alıp okumaya başladım. Sonra da arkası geldi. Meğer büyük bir ön yargının kurbanı olmuşum da haberim yokmuş... 

Piyasaya her gün bu türde onlarca kitap çıkıyordu. Tabii ki hepsi bir değildi. Ancak kendi hayatından örnekler sunanlar, hayatını dönüştürmeyi başaran yazarlar ilgimi çekiyordu. Bir süre olumlu düşünce ve olumlamalarla ilgili kitaplar okuduktan sonra, sıra meleklere geldi. "Ne kaybederim, en fazla gülüp eğlenirim," diyerek aldım Beki İkala Erikli'nin kitabını. Alış o alış! Kitabı bir günde bitirdim ve içinde yer alan tavsiyeleri uygulamaya başladım. Ne oldu dersiniz? İşe yaradı:) Hatta, meleklerle ilgili bir kitap okuması mümkün olmayan, bu konularla zerre kadar ilgilenmeyen ve sıkı bir okur olan çok yakın bir arkadaşıma bile melek kitabı hediye ettim! Dalga geçeceğini düşünürken, o da beğendiğini, hatta sıkıldığı zamanlarda okumak üzere, hangi meleğin neye iyi geldiğine dair bir liste çıkardığını söylemez mi?!

Artık birçok yayınevi, bu tür kitapları "Kişisel Gelişim" serisi adı altında toplamaya başladı. Hatta yalnızca bu türde yayın yapanlar da var. Siz ne düşünüyorsunuz bilmiyorum ama, bu kitapların insanlara iyi geldiği bir gerçek. Yazarları da çoğu zaman bu kitapları kendi içsel yolculuklarında yaşadıklarını paylaşmak için yazmış. Belki de bu yüzden, anlatılanlar gerçek olduğu için bu kadar ilgi çekiyor. "O başardıysa ben de yapabilirim," diyor okuyanlar. Hayatlarını olumlu yönde değiştirecek adımları atma cesareti buluyorlar. Bir nevi terapi işlevi görüyor bu kitaplar. Bu yüzden de, benim kitaplığımda sarsılmaz birer yer edindiler kendilerine...

28 Ekim 2013 Pazartesi

Betimlemenin Dozu

Şüphesiz ki betimleme, yazıda çok önemli bir unsur. Yazarın okuru hikâyenin içine çekmek için kullandığı en önemli koz belki de. Kurgu sağlam da olsa, betimlemelerin zayıf olduğu bir düz yazı sıkıcı olurdu. Ancak  bunun da bir ayarı var. Kaş yaparken göz çıkarmamak, betimleme yapmak uğruna her cümleyi gülünç bir hale sokmamak gerekiyor bence. 

İsim vermeyeceğim, ama şu aralar piyasada çok satan bir romanı okurken, daha doğrusu okumaya çalışırken sık sık durup, "Hayır, yazar bunu yazmış olamaz," diyorum. Çünkü roman "Tren geceyi ağlayarak eziyordu", "Bana bulutlardan pamuk şekeri yapar mısın sevgilim?" ya da "Geçmişin en güzel tarafı geçmiş olmasıdır" gibi betimlemelerle dolu. Gerçekten abartmıyorum. Sosyal medyada bazı okurların "Ağlayarak okudum," yorumlarını gördükçe, kendimde bir terslik olduğunu düşünmeye başladım... İnanın bana, piyasadaki bütün çeviri romanlar, Türkçe yazılmış olan bu romandan daha akıcı!

Lisedeyken çok sevdiğim bir İngilizce öğretmenim "Show, don't tell" derdi. Yani yazarken kuru bir anlatım tarzı seçmek yerine, okuyanı kendini o hikâyenin  bir parçası gibi hissetmesi için mümkün olduğunca etkili bir anlatım tarzı benimsemek gerektiğini vurgulamaya çalışırdı. Aslında kurgu ve betimleme, usta bir şekilde yapıldığı sürece, yazı absürd öğeler de taşısa bile, o metni bir klasik haline getirebiliyor. Tıpkı Franz Kafka'nın "Dönüşüm" adlı uzun öyküsünde, bir sabah böcek olarak uyanan Gregor Samsa karakterinin yaşamı gibi... Kafka bu kadar gerçek dışı bir hayali bile o kadar ustaca anlatmış ki, insan "Yok artık, bu kadar da olmaz," demeden okuyabiliyor metni. Okumakla kalmıyor, kendine ve yaşamına yabancılaşan bu adamın trajedisine de tanık oluyor. Yani betimlemelerin bir işlevi, üstlendikleri bir görev var. 

Ancak şu aralar okuduğum bu "çok satan" romandaki betimlemeler, ne yazık ki kalıp kısa mesaj şablonlarından derlenmiş manilere benziyor. "Trenin ağlayarak geceyi ezdiği" bu serüvene bakalım ne kadar dayanabileceğim?



25 Ekim 2013 Cuma

İyi Çeviri, Kötü Çeviri

Bu aralar eleştirmenler veya okurlar tarafından "kötü çeviri" olarak nitelendirilen çalışmaları araştırmaya ve incelemeye başladım. Benim babası Mitch Winehouse tarafından kaleme alınan Kızım Amy'i çevirdiğim dönemde, Amy hakkında bir kitap daha çıktı piyasaya. Bakın Radikal Kitap'tan Burak Kuru 31 Temmuz 2013 tarihli yazısında ne demiş:

"Burada bir parantez: Bahsettiğim kitap Amy’nin babasının yazdığı, yoksa Mick O’Shea’nin Daily Mirror haberlerinden derlediği, kötü çeviri eseri Hükmen Mağlup’un adını bile anmak istemem, yanlış olmasın..."

Bunu okuyunca içime su serpildi. Hükmen Mağlup, Kızım Amy ile yan yana duruyordu rafta. Haliyle merak edip şöyle bir karıştırdım. Amy hakkında basında yer alan haberlerin bir derlemesiydi. Daha çok görseller ön plandaydı. Yine de Burak Kuru'nun bu kitap hakkında kötü çeviri yorumu yapması içimi burktu... Sonuçta ortada bir emek var. Ama dürüst olmam gerekirse, kendi adıma da sevindim...

Çeviri eserler hakkında yapılan yorumlar gerçekten çok önemli. Bazen yayınevinin kitabı başka bir çevirmene verip tekrar yayınlamasına kadar gidebiliyor zira...

23 Ekim 2013 Çarşamba

Kadere İnanır mısınız?

Çevirmen olmaya karar vermeden önce, üniversitede çalışırken çok sevdiğim, birlikte güzel ve uyumlu bir şekilde çalıştığımız bir hocamız vardı. Bir süre önce kendisi beni arayıp hatırımı sordu. Bana hep neden doktora yapmadığımı sorardı hocamız. Ben de samimi bir şekilde anlatmıştım. Ben uluslararası ilişkiler mezunuyum. Üzerine Avrupa Birliği yüksek lisansı yaptım ve birincilikle mezun oldum. Amacım kendimi övmek değil. Beni tanıyanlar övünmeyi sevmediğimi bilirler zaten. Ancak buna rağmen, İzmir'in meşhur bir devlet üniversitesinin bölüm başkanı, beni doktora programına kabul etmeyip, kendi öğrencilerini veya ailesini, eşini-dostunu tanıdığı öğrencileri aldı. Bu ismi lazım olmayan hocamızın doktora mülakatında bana sorduğu ilk soru "İngilizce biliyor musun?" oldu. Oysa önündeki özgeçmişe baksaydı, eğitim hayatı boyunca İngilizce dilinde eğitim alan, işinde de sürekli İngilizce kullanan bir aday olduğumu görecekti. İkinci sorusu, "Ahmedinejad kimdir?" oldu! Yanlış mı gelmiştim acaba? Bilgi yarışmasında mıydım?:) Belli ki cevabı bilmeyeceğimi sanmıştı hocamız. Üçüncü soru ise, tez danışmanımın neden doçent veya profesör değil de, yardımcı doçent olduğuydu! Artık programa kabul edilmeyeceğimi, hocamızın usulen birkaç soru sorma zahmetini gösterdiğini anlamıştım...

O zaman çok üzüldüm tabii. Ama hayat devam ediyordu. İki ayrı üniversitenin idari kadrosunda toplam 9 sene çalıştım. Çok güzel tecrübeler ve arkadaşlıklar edindim; ancak bir o kadar da yıprandım bu fazlasıyla hiyerarşik, mobbing'in kol gezdiği ortamlarda... Sonunda artık yeter dedim ve kendime yeni bir yol çizmeye karar verdim. Çok da iyi yaptım. Fakat geçen gün birlikte çalıştığımız hocamız arayıp "Güneş Hn, doktorayı tekrar düşünün," deyince, bir araştırma yaptım. Ancak artık devam etmek istediğim alan Uluslararası İlişkiler veya Avrupa Birliği değil, Karşılaştırmalı Edebiyat. Bölüm başkanına bir e-posta gönderdim. Kendisi yanıtlama inceliğini göstermiş ve şöyle yazmış: 

"Programa sizin eğitim alanlarınızdan öğrenci kabul etmiyoruz ne yazık ki.
İlginize teşekkürler.
Başarılar..."

Bunu okuyunca artık iyice anladım. Kaderimde doktora yapmak yok benim. Halbuki lisans, yüksek lisans ve doktorada farklı alanlar seçenler olduğunu biliyorum. Ama bu yol benim için kapalı. Bunda da vardır bir hayır:) Akademisyenlik çok kutsal bir meslek bence. Fakat yüksek lisans yaparken, kendi zevkim için kitap okumayı özlediğimi hatırladım da... Sanırım doğru yoldayım ben. İyi ki yaşamışım bu tecrübeleri yine de. O zaman bu kadar emin olamazdım. Ne kadar ironik değil mi? Bana "İngilizce biliyor musun?" diye soran hocamız, şimdi hayatımı İngilizce'den kazandığımı öğrense, acaba ne düşünürdü?:)

"Ne Zaman Basılıyor?"

Bu soru çok sık soruluyor bana. Kitap çevirmenliğine başladığımdan beri, 5 tane kitap çevirip teslim ettim, şu an altıncısı üzerinde çalışıyorum. Bunlardan yalnızca biri basıldı henüz. Çevirmen metni yayınevine teslim ettikten sonra iş bitmiyor, hatta yeni başlıyor. Redaktör ve editörün okumaları, sayfa düzeni, kapak tasarımı... Bunların süresi kitabın uzunluğuna ve yayınevindeki çalışan sayısına göre değişebiliyor. Bazen de çevirdiğiniz bir eseri basmama kararı alabiliyorlar. Bunun birçok nedeni olabilir. Ancak ben eğer almam gereken ödememi aldıysam ve yayınevinden herhangi bir olumsuz geri bildirim veya düzeltme gelmediyse (Çok şükür bugüne kadar gelmedi), nedenini çok da kurcalamıyorum. 

Fakat, bu eşe dosta dert oluyor:) "Bitti mi, ne zaman bitecek, basıldı mı, neden basılmadı, ne zaman basılacak?" Cevap: Bilmiyorum. Çevirmenin görevi, metni teslim ettikten sonra bitiyor zira. O kitabın yazarı gibi editörle masanın başına oturup, "Hmm, acaba ne zaman yayınlasak bunu?" diyemiyor çevirmenler. Ancak kitap belirli bir tarihte piyasaya çıkarılmak istenirse eser basıldığında kesin bir tarih veriliyor çevirmene. (Örneğin çevirdiğim Kızım Amy, Winehouse'un ölüm yıldönümünde piyasaya çıkmıştı.) Bunun dışında çevirdiğiniz kitabı rafta görmek için  herkes gibi bekliyorsunuz...

Kitap çevirmenleri eser basıldığında bir şekilde görünür olabiliyorlar. Ya teknik çevirmenler, yeminli tercümanlar ne yapsın? Kimse "Acaba bu kullanım kılavuzunu kimin çevirdi?" diye düşünmez sanırım. Veya son derece önemli bir tıp kongresinde, küçücük bir kabinde canla başla çalışan mütercim tercümanı görmez, merak etmez. 

Bu yüzden, ben kitap çevirmeni olmaktan memnunum. Çevirdiklerimi hemen raflarda göremesem de, en azından bir iş günümü hikayeler okuyarak geçiriyorum. Eh, daha ne olsun?:)

21 Ekim 2013 Pazartesi

Maskeler

Çoğu zaman olduğu gibi, yine birkaç kitabı aynı anda okuyorum bu aralar. Günün farklı saatlerinde ve değişen ruh halime göre seçiyorum okuyacağım kitabı. Bir nefes alıp mola vermek istediğimde, Yelda Cumalıoğlu'nun "Aşkolsun" adlı kitabını okuyorum. Altını çize çize, sindire sindire. 

Kitapta beni en çok etkileyen cümlelerden biri şu oldu: "İnsana ağır gelen hayatın kendisi değil, bu hayat içinde sorumlulukla taşıdığı maskeleridir." Ne kadar doğru bir tespit... Aslında her daim kendimiz olabilsek, hiçbir sansür olmadan davranıp konuşabilsek, belki de bizi boğan ortamlar artık bu anlamı taşımaz bizim için.

Ne var ki toplum, herkesin birden çok maskesinin olmasını şart koşuyor. Özellikle de kadınların. Bir maskeden sıyrılıp, diğerini ustaca yüzüne geçirebilmesi, hatta bazen birkaç maskeyi üst üste takması bekleniyor bireylerin. Hani bazen iş ortamında pek de sevilmeyen biri için şöyle dendiğini duyarsınız: "Aa, sen onu bir de dışarıda göreceksin. Nasıl şeker, nasıl pamuk gibi bir insan!" Fakat dışarıda "pamuk" gibi olduğu iddia edilen bu kişi, iş ortamında nedense bir kaktüs gibi dikenlerini saplar sağa sola. Maskeler benzetmesini okuyunca, kafamda bu bulmaca tamamlanmış oldu. Öyle ya... Bazı insanlar gerçek yüzlerini göstermeye korkarlar. Daha güçlü, sarsılmaz görünmek isterler etrafa karşı.

Ben toplumun benimsediği, hiç konuşulmasa da varlığı bilinen sosyal kuralların dayattığı maskeleri uzun süre tutamıyorum yüzümde. Biriyle sırf çıkarım için arkadaş olamıyorum örneğin. Sırf başkaları memnun olsun diye bir şeyler yapmayı reddediyorum. Bu açıdan biraz bencil bile sayılabilirim. Mecburen taktığım maskenin gerektirdiği rolde uzun süre kalıp doz aşımı yaşadığımda, hemen kulis arkasına koşup çıkarmak istiyorum maskemi. Biraz nefes alabilmek, özgür kalabilmek için.

Gerçi kendi istediğimizle taktığımız, taşımaya gönüllü olduğumuz maskeler de var. Birinin eşi, çocuğu, arkadaşı, annesi-babası, öğretmeni, iş arkadaşı olmak... Hepsi birtakım sorumluluklar yüklüyor insana. Sanırım gönüllü olarak taktığımız bu maskelerin tek motivasyon kaynağı "sevgi". Eğer bu maskeleri severek takıyorsak, bu bize bir yük gibi gelmiyorsa, ne ala. Zaten sevmeden takılan maskelerin bir süre sonra ya boyaları akmaya başlıyor, ya da dibi tutan bir yemek gibi yapışıyorlar insanın suratına, çıkmak istemezcesine. İnsan gerçekten kim olduğunu, bu role niye soyunduğunu unutacak noktaya geliyor o zaman...

Kendi isteğimizle taktığımız maskeleri mutlulukla taşımamız dileğiyle...

20 Ekim 2013 Pazar

Bir Kitap Cafe'nin Hissettirdikleri

İşte yine başlıyor. Ayaklarım, ben ne olduğunu anlamadan yine o şirin kitap cafe'ye götürüyor beni. Bir süredir kendimi en huzurlu hissettiğim yer burası. Fırından çıkan taze kekin ve dumanı tüten kahvenin kokusu kitapların kokusuna karışıyor. Bu baş döndüren aroma, çocukluğumu hatırlatıyor bana. Masumiyeti, umudu hatırlatıyor. Bu acımasız dünyada, bir süreliğine bile olsa bir sığınak bulabileceğini gösterircesine insana.

Çocukken olaylara ve günlere renkler verirdim kafamda. Eğlenceli günler pembeydi. Okul günleriyse ilk başlarda koyu griydi. Alışınca ve arkadaşlarımı sevince sarı, mavi ve yeşil oldu sırasıyla. En sonunda da kırmızı.

Bu kitap cafe ise benim için gizemli bir mor. Bazen bej ve kahvenin tonlarıyla dans eden, yarı hüzünlü, ama hep umut dolu, canlı bir yer. Dinamik değil belki, ama nefes alıyor. O da içindeki kitaplarla, değişen ziyaretçileriyle birlikte değişiyor. 

Burası hem şimdiki anın tüm gerçekliğiyle yaşandığı, hem geçmişin türlü tortularının kitapların sayfalarından taşarak havayı doldurduğu, hem de geleceğin ipuçlarını, tohumlarını taşıyan bir zaman odası gibi. Bir insan gibi, onun da ruh hali dalgalı. İçinde bulunan insanların enerjileriyle var oluyor adeta.

Fonda Rachmaninov çalıyor. Bu rüyadan hiç uyanmak istemiyorum. Belki de bu yüzden sürekli yeni kitaplar alıyorum, aldıklarımı okuyup bitirmeden. Zamanla yarışır gibi, sürekli yeni dünyalar keşfetmek istiyorum. Ne demiş Yunus Emre? "Hiçbir gemi, bizi bir kitap kadar uzağa götüremez." Çünkü yazarların ve okurların hayal güçlerinin sınırları yoktur...

19 Ekim 2013 Cumartesi

Klavyenin En Sevdiğim Tuşları

Kim derdi ki sol elimin küçük ve orta parmaklarının çalışırken bu kadar önemli bir görev üstleneceklerini? Eğer siz de benim gibi Q klavye kullanıyorsanız ve kısayol tuşlarını kullanmayı seviyorsanız, sık sık yazdıklarınızı kaydetmek için Ctrl S tuşlarına basıyor olabilirsiniz. Benim için bu artık neredeyse bir refleks haline geldi ve fareyi kullanarak "kaydet" butonuna basmaz oldum. 

Geçen gün Russell Crowe'un muhteşem bir performans sergilediği Cinderella Man filmini seyrederken, boks maçının sonuçlarını daktilolarla rapor etmeye çalışan muhabirleri görünce, bu devirde yaşadığımız için ne kadar şanslı olduğumuzu düşündüm. Belki daktilo kullanan kuşaklar, sürekli yazdıklarının uçup gideceği endişesiyle her cümlenin ardından birkaç tuşa basmak zorunda kalmıyorlardı; fakat tek bir yanlış harfe bile bassalar, emekleri boşa gidiyordu. 

Birkaç yıl önce, daha nostaljik geldiği ve kendilerine ilham verdiği için yazılarını hala elektrikli daktilo kullanarak yazanlar olduğunu okumuştum. Doğrusu ben teknolojinin nimetlerini sonuna kadar kullanmamız gerektiğini düşünenlerdenim. Hatta klavye, benim için bazen el yazısından bile daha kullanışlı. Çünkü daha hızlı ve yazdıklarımı bilgisayara aktarmak gibi ikinci bir iş yapmama gerek kalmıyor. 

Zaten blogların da sanal günlükler olduğunu düşünüyorum. Birçok kez günlük tutmaya başlamış, fakat sonra vazgeçmiş biri olmama rağmen, blog yazmak çok hoşuma gidiyor. Belki de yazdıklarımı paylaşabildiğim içindir...

Belki de birkaç yıl sonra, sesimizi yazıya döken programlar daha da geliştirilecek ve yazarlar kitaplarını konuşarak yazacaklar... Yazarların arkası tüylü kalemlerle yazdıkları günlerden beri epey aşama kaydedildi:) Kullanılan yöntem ne olursa olsun, yazı hep var olacak. Çünkü Deepak Chopra'nın da dediği gibi, "Language Creates Reality", yani "Dil Gerçekliği Yaratır." Bu gerçekliği başkalarına ulaştırmanın en etkili ve kalıcı yolu da yazmaktır...

18 Ekim 2013 Cuma

Ödüllü Çevirmenler

Metis Yayınevi ve Bilgi Üniversitesi işbirliğiyle bir çeviri atölyesi düzenlenecekmiş. Konuşmacılardan biri de, Türkçe'den İngilizce'ye çeviriler yapan ödüllü çevirmen ve karşılaştırmalı edebiyat profesörü Aron Aji. 

İnsanın çevirisiyle ödül alması ne kadar gurur veren bir başarıdır kimbilir... Düşünmeden edemedim. Aji, ödülü Amerika'da almış. Acaba ödülü kendisine layık gören jüri üyelerinin içinde Türkçe bilen var mıydı? Bilge Karasu'nun "Göçmüş Kediler Bahçesi" öykü kitabını Türkçe okuyabildiler mi? Yoksa yalnızca Aji'nin İngilizce çeviri metnini mi okudular? Bu konuda biraz araştırma yaptım ancak herhangi bir sonuca ulaşamadım. 

"Amma da ukalasın," diye düşünebilirsiniz. Ancak bence bir çevirmene ödül verilirken, jüride hem kaynak hem de hedef dili bilen yetkin kişilerin bulunması gerekiyor. Madem çevirmenler orijinal metni başka bir dile aktarırken çok önemli bir görev üstleniyorlar ve kendi hünerlerini sergilemek yerine orijinal metne sadık kalmaları bekleniyor, o halde çeviri ödülleri dağıtılırken de buna dikkat edilmeli. Aksi halde, kendi içinde son derece tutarlı ve akıcı, ancak orijinaline pek de sadık olmayan bir çeviri metin nasıl ayırt edilir ki diğerlerinden? 

Çok sayıda çeviri kitabın okunduğu ülkemizde, herkes çevirilerin kalitesizliğinden dem vuruyor. Hem eleştirmenler, hem de okurlar. Ancak kimsenin aklına kaliteyi arttırmak için yapıcı öneriler sunmak gelmiyor. Türkiye'deki çevirmenlerin çeşitli yarışmalarla, ödüllerle teşvik edilmesi gerekiyor. Çeviri atölyesi gibi etkinliklerin yalnızca İstanbul'da değil, çeviri veya filoloji bölümlerinin bulunduğu tüm üniversitelerde yaygınlaşması gerekiyor. Çevirmenlerin referans alabilecekleri iyi örnekler çoğaldıkça, bu da çeviri metinlerin kalitesini arttıracaktır.

15 Ekim 2013 Salı

Tek Çocuk Olmak

Bayram günü için ilginç bir başlık seçmiş olabilirim. Bana bu ilhamı verense, Elif Şafak'ın denemelerinin yer aldığı Şemspare adlı kitabındaki "Yalnızların Gücü" başlıklı yazısı. Yazının beğendiğim kısımlarını aynen aktarıyorum:

"...başta Harvard Üniversitesi olmak üzere, şu anda yürütülen bilimsel araştırmaların yayınlanan sonuçlarına atıfta bulunularak şöyle bir sav geliştiriliyor: Yalnız çocukların, tek başına kalabilen gençlerin ve genelde yalnız olan insanların empati gücü, sürekli sosyalleşenlere oranla daha yüksek çıkıyor."

"Bir başka ifadeyle, durmadan grup psikolojisiyle hareket eden, kendini bir kolektivitenin parçası olarak gören ve bunun dışında bağımsız bir kimlik kuramayan insanlar, hangi kesimden olursa olsunlar, ara ara yalnız kalan insanlara kıyasla empati kurmakta, başkasına tolerans göstermekte ve farklılıklara anlayış ve şefkatle bakabilmekte daha geride kalıyorlar."

Bu satırları altını çizerek okudum. Belki de tek çocuk olduğum için, hayatım boyunca sağlam dostluklar kurmuş olmayı başarsam da, kendi kendimi oyalamayı bildiğimden tanıdık geldi bu tarif bana. Arada bir kabuğuma çekilip kendimi dinleme ihtiyacımın da buradan kaynaklanabileceğini düşündüm. İnsan kendini oyalamayı öğrenirken, ister istemez her şeyden önce birey olması gerektiğini fark ediyor. Çevresini ve farklı hayatları daha çok gözlemlemeye başlıyor. Yazarların da yalnız kalmayı başarabilenler arasından çıkması tesadüf olmasa gerek...

Kabul edilme ihtiyacı ve aidiyet duygusu kuşkusuz insanın en büyük ihtiyaçlarından. Ancak hayatta her şeyin bir dengesi olması gerektiği gibi, sosyalleşmenin de dozunu iyi ayarlamak gerek. Özellikle sorgulamanın yasak olduğu, üyelerinin koşulsuz biçimde bağlı olması beklenen kurallardan ibaret olan gruplar, suni ortamlar, ölçülüp biçilen tavırlar bende bir nevi alerjik reaksiyon yaratıyor. Bence insan önce birey olmayı başaramadığı sürece, içinde bulunduğu gruba da bir şey katamaz. Yalnızca kendine benzeyen insanlarla birlikte olduğu için kendini güvende hisseder. Ama bu yapay bir güven hissidir. 

Bu yazdıklarımdan bir münzevi olduğum sonucu çıkmaz umarım. Aksine, bugün bayram dolayısıyla aileyle geçirilen kaliteli zamanlardan sonra aklıma geldi bu yazıyı yazmak. Kendini karşısındakinin yerine koyabilen, baskı uygulamayan, değiştirmeye çalışmayan bireylerden oluşan aileler, daha mutlu, huzurlu ve üretken bireylere sahip oluyor.

Bir de, "Tek çocuklar şımarık ve bencildir," ön yargısını çok güzel çürüttüğü için hoşuma gitti yalnızların empati yeteneklerinin daha gelişmiş olduğu savı. Yalnız kalmak, insanın kendini dinlemesi, içe dönmesi, hayatı sorgulaması, bir şeyler yaratmak isteyenler için çok yararlı aslında. Elif Şafak'ın da dediği gibi, "insan yalnızlığından çok şey üretebilen bir varlık" ve "sanat, felsefe, edebiyat, düşünce, derinlik hep o yalnızlıklardan çıkıyor. Kendimizle baş başa kalabildiğimiz ender anlardan."

14 Ekim 2013 Pazartesi

Vampir Romanları...

Sizce insanın okuması kadar ne okuduğu da önemli mi? Ben kolay kolay kitap ayırt etmem. Fakat kendimi bir türlü piyasayı kasıp kavuran, filmleri çevrilen vampir romanlarını sevmeye zorlayamıyorum. Normal bir aşk hikayesi vampirler, kurt adamlar-kadınlar arasında yaşanınca nedense daha bir cazip oluyor. Ruhunu şeytana satmış olan canavarlar genelde bir insana aşık olup, onun kendini kurtarmasını bekliyorlar. Ben de "İmdaaattt!" diyerek kitabın kapağını kapatıyorum o an!

Eskiden bir kitabı yarım bırakmayı sevmezdim ve ne olursa olsun bitirmeye çalışırdım. Fakat zaman çok değerli ve artık bana bir şey katmadığını inandığım şeyler okuyarak zamanımı boşa harcamak istemiyorum. Editörüm bana ne tür kitaplar çevirmeyi tercih ettiğimi sorduğunda, "Genelde fantastik türleri pek tercih etmiyorum," demiştim kibarca. Şimdiye kadar da böyle bir iş gelmedi önüme. Bakalım zaman ne gösterecek...

Her kitabın bir alıcısının olduğu bu piyasada, vampirler, cennetten kovulmuş melekler, iblisler, kurt adamlar ve zombiler daha uzunca bir süre aramızda olacaklar gibi görünüyor...

13 Ekim 2013 Pazar

Kitap Kapakları Ne Kadar Önemli?

Lisedeyken, Amerika'lı İngilizce öğretmenimiz "Don't judge a book by its cover," demişti. Yani bir kitabı kapağına göre değerlendirmememizi salık vermişti. Bu lafı çok sevmiştim o zaman. Günümüzde piyasaya çıkan kitapların kapaklarının ne kadar özenle tasarlandığını gözlemledikçe de aklıma takıldı. Çünkü artık görsellik çok önemli. Tabii ki bir kitabın esas değerini içeriği belirler. Ancak konuya uygun ve usta bir şekilde tasarlanmış bir kapak, okuyucunun dikkatini çekip birçok kitabın arasından sıyrılmasını sağlayabilir. Bunun özellikle genç okurlar için geçerli olduğunu düşünüyorum. Çocuklara ve gençlere yönelik kitaplarda kapak tasarımı ve kitabın içindeki görsellerin önemi büyük. 

Tabii yayımladıkları kitaplara sade tasarımları uygun gören yayınevleri de var. Can Yayınları bunlardan biri. Genellikle beyaz zemin üzerinde tek bir görselin kullanıldığı kapaklar, hep bu yayınevini çağrıştırır insana. Ancak Can Yayınları bile, bu geleneği yavaş yavaş bozarak farklı ve daha renkli kapak tasarımlarına yönelmeye başladı. Hatta kitapların boyutlarını da değiştirmeye ve büyütmeye başladılar. Demek ki, içerik kadar görsellik algısı da önemli. Elif Şafak'ın "Aşk" adlı romanı, erkek okuyucuların pembe kapağı nedeniyle toplum içinde okumaya çekindikleri serzenişi yüzünden, bir de gri kapak seçeneğiyle piyasaya sunulmuştu...

Kitabın kapağı, baskı kalitesi, yazıların büyüklüğü gibi faktörlerin hepsi bence insanın okuma zevkini etkiliyor. Mesela ben cep boyu kitapları okumaktan pek fazla keyif almıyorum. Keşke yurtdışında daha yaygın olan "hard cover", yani ciltli kitaplar Türkiye'de de basılsa. Genelde maliyetin artmaması için yayınevleri ciltli kitaplar basmayı pek fazla tercih etmiyorlar. Fakat bu, kitabın dayanıklılığını arttıran ve ömrünü büyük ölçüde uzatan bir unsur. 

Bence kapak önemlidir. Kapak tasarımı da içeriğe yapılan bir göndermedir, tasarımcının yorumudur ve ardında bir emek gizlidir. Ben bu yüzden bir kitabı elime aldığımda bir çok insanın es geçtiği "emeği geçenler" sayfasına bakarım. Tasarımcının bir kitabın içeriğini tek bir sayfada okura en çarpıcı şekilde yansıtmanın yolunu bulması gerekir. Neyse ki artık kitap kapakları giderek daha çok önemseniyor, hatta bu uğurda yarışmalar bile düzenleniyor. Çoğunlukla gizli kahramanlar olan kapak tasarımcılarına da haklarını teslim etmemiz gerekiyor...

12 Ekim 2013 Cumartesi

İnternet Olmasaydı...

Bugün eleştirmen Semih Gümüş'ün "Edebiyat ve Yeni Zamanların Kültürü" adlı kitabını aldım. İçindekiler kısmında, çevirmenlerle ilgili bir bölüm olduğunu gördüm. Haliyle ilgimi çekti ve okumaya buradan başladım. Semih Gümüş haklı olarak niteliksiz çevirilerin eserlerin değerini azalttığına dikkat çekmiş. Çeviri bir metnin kaliteli olması bir çok faktöre bağlı. Çevirmenin hem kaynak hem de hedef dile hakim olması gerekiyor. Ancak tüketim toplumları artık kitapları da çabuk tüketir oldu. Özellikle çok sayıda çeviri eserin yayımlandığı Türkiye'de, bir ayda çok sayıda kitap basılıyor. Her dışarı çıktığımda mutlaka bir kitapçıya uğruyorum ve her seferinde yeni kitaplarla karşılaşıyorum. Bu sevindirici bir gelişme aslında. Fakat hızın bir dezavantajı da, hata payını arttırması. 

Bu yazdıklarımın başlıkla ne ilgili olduğunu merak etmiş olabilirsiniz:) Hemen açıklayayım. Bazı yayınevleri, çevirmenlerine süre konusunda baskı uygulayabiliyorlar. Hal böyle olunca, işin kalitesinin düşmesi kaçınılmaz. Çevirmenler bazen hiçbir sözlükte yer almayan argo bir terim veya yöresel bir yemek adıyla karşılaşıp, bunu araştırmak durumunda kalıyorlar.

Düşündüm de, internet olmasaydı, bu araştırmalar bu kadar hızlı yapılamazdı. Çevirmenin belki de tek bir sözcüğü araştırmak için birkaç kaynaktan yararlanması gerekirdi. İnternet çevirmenler için temkinli kullanılması ve her kaynağa itibar edilmemesi gereken, ama aynı zamanda da hayat kurtaran bir derya. Bilginin bu kadar ulaşılabilir olması, hızı da beraberinde getirdi. Artık kimsenin uzun süre beklemeye tahammülü yok. Ancak çevirmenler her ne kadar zamanla yarışsalar da, hız tuzağına düşmeyip, kaliteden ödün vermemeliler. İnterneti ise çok dikkatli kullanmak, bir terimin veya kavramın karşılığını farklı kaynaklara bakarak karşılaştırmak gerekiyor. Neyse ki güvenilir, çok kaliteli internet sözlükleri ve kaynakları da var. Ben internet olmadan çeviri yaptığımı düşünemiyorum. Çünkü bilgisayar ekranından koparak bir terimi normal sözlükte aramakla, ekranın köşesinde küçülttüğünüz sekmeden aramak bence çok farklı şeyler. Ben kova burcu bir teknoloji insanı olarak, işimi kolaylaştırdığı için interneti çok seviyorum:) 

11 Ekim 2013 Cuma

Tarafsız Yazı Diye Bir Şey Var mı?

"Romancı asla tarafsız olamaz çünkü anlatmak istediği konuyu seçtiği an tarafsızlığını kaybetmiştir," demiş Jean Paul Sartre. Bu söze Mario Levi'nin yeni romanı "Size Pandispanya Yaptım"ı anlattığı bir röportajda rastladım ve çok hoşuma gitti. 

Tarafsız olması gereken yazılar vardır elbet. En başta basının tarafsız olmasını bekleriz. Yorum katılmamış haberler okumak ister, gerçekleri bilmeye hakkımız olduğunu düşünürüz. Ancak basının bile tamamen tarafsız olması zordur. İnsanoğlu doğası gereği, hep bir "yöne" doğru meyillidir. 

Ama roman denen yazım türünün tarafsız olma gibi bir yükümlülüğü veya derdi yoktur. Alabildiğine özgürdür romancı. Eğer otobiyografik bir roman yazmıyorsa, yazının sınırlarını hayal gücü, gözlem yeteneği ve birikimi belirler. İster istemez dünyaya kendi filtresinin ardından bakar bir roman yazarı. Kullanmak istediği karakterleri, mekanları, olayları seçerken özgürdür. Romancı, kafasında yarattığı kurgunun başkalarıyla paylaşmaya değdiğine inandığı için yazar zaten. 

Belki de bu yüzden romanlar her daim, yazıldıktan yıllar sonra bile okunabilirler. Hiçbir zaman modaları geçmez. Hepsinin kendine has bir okuyucu kitlesi vardır. Gerçek dünyadan kaçmak için neden türlü bağımlılıklar geliştirir insanlar hiç anlamam. Roman okumak varken...


Deli misin sen? Nasıl çevireceksin sayfalarca şeyi sıkılmadan?

Üniversitedeki işimden istifa ederek tam zamanlı çevirmen olmaya karar verdiğimde bir arkadaşım böyle demişti bana. Belki de haklıydı kendince. Çeviri pek çok insan için "sıkıcı" bir iş. Bir yabancı dile ve kendi dilinize hakim olmanın yanı sıra, bol miktarda sabır, konsantrasyon ve öz disiplin gerektiriyor. Herkes "Aman noolcak, ver bana bi sözlük, ben de yaparım çeviri," diye düşünür, ama işin aslı öyle değildir. Çeviri yaparken bol miktarda araştırma da yapmak zorunda kalırsınız. Daha önce duymadığınız kavramlar, yemek isimleri, kültürel alışkanlıklar ve terimlerle karşılaşır, bunların ne olduğunu anladıktan sonra kendi dilinize anlamlı bir şekilde aktarmaya çalışırsınız. Evet bu zor bir iş; ama benim için bir o kadar da zevkli. İsterseniz bana Polyanna diyebilirsiniz, kızmam:) Zaten bu sevmeden yapılacak bir iş değil. 

Tabii teknik çevirmenler için durum farklı olabilir. Ama edebi çeviri bence insanı son derece zenginleştiren, yeni şeyler öğreten bir uğraş. Bir kitabı yabancı dilde okumak ve çevirmek çok farklı şeyler. Bu işi yapmaya başladığımdan beri bana en çok sorulan sorular ve cevapları şöyle:

* Siz aslında çevirmenlik veya İngiliz / Amerikan Dili ve Edebiyatı eğitimi almamışsınız. Filolog değilsiniz. Çeviri de nereden çıktı?
İsterseniz ukala diyebilirsiniz, ama bu konuda kendime güveniyorum diyelim:) Ciddi hiçbir yayıncı, deneme metnini beğenmediği bir çevirmenle çalışmaz zaten. Dil ve yazım biraz da yetenek meselesi bence. Bol miktarda emek vermek ve sevmek gerekiyor. Bu işin eğitimini alanlara saygım sonsuz tabii ki. Özellikle mütercim çeviri yapmak son derece zor bir iş. Çevirinin artık bir bilim olarak kabul edilmesi ve üniversitelerde bölümler açılması son derece sevindirici bir gelişme.

* Önce kitabın tamamını okuyup ondan sonra mı çevirmeye başlıyorsun? Yoksa okudukça mı çeviriyorsun?
Yabancı dildeki bir metni okumak ve çevirmek apayrı şeyler. Bu benim işim olduğu ve kitabı salt keyif almak için okumadığımdan, ben okudukça çevirenlerdenim. Kelime kelime, cümle cümle, satır satır, sayfa sayfa. Benim yöntemim bu. Çünkü metni okumaya başlar başlamaz, beynim otomatik olarak o ifadenin Türkçe'deki karşılığını aramaya başlıyor.

* Bir günde kaç sayfa çeviriyorsun? Kaçıncı sayfadasın?
En sevmediğim soru bu işte. Öyle günler var ki, bazen 30 sayfa bile çevirdiğim oldu bu işe başladığımdan beri. Ama bazı günler de 3 sayfayı geçemedim. Bu metne, yazarın diline, sizin o günkü ruh halinize ve daha bir çok şeye bağlı olan bir durum. Eğer son derece yalın bir dille yazılmış bir çocuk kitabıysa çevirdiğim, sayfalar akar gider. Fakat bir paragrafın bol betimlemeli tek bir cümleden oluştuğu bir roman çeviriyorsam, Allah yardımcım olsun der, eve kapanır, asosyal bir döneme girer, sevdiklerimden bol miktarda anlayış bekler, arada arıza yapar, sonra tekrar hız kazanıp bir gayretle devam ederim.

* Hiç kendi kitabını yazmayı düşündün mü?
Düşünmez miyim hiç? Tabii ki düşündüm. Hatta başladım bile. 100 sayfayı aşan bir roman taslağım var. Çevirilerden zaman kalırsa inşallah bir gün bitirir ve yayınlarım. Aslında çeviri yapmak ve yazmak birbirinden çok farklı şeyler değil. Çeviri yaparken, o metin başka bir dilde daha önce yazılmış olsa da, siz kendi dilinizde baştan yazıyorsunuz. Ben bu açıdan çok şanslı olduğumu düşünüyorum; çünkü farklı yazarların çeşitli eserlerini çevirdikçe, türlü yazım ve anlatım teknikleriyle karşılaşıyorum. Umarım bir gün benim de romanlarım farklı dillere çevrilir.