26 Kasım 2013 Salı

Çok Okuyan mı Bilir, Çok Gezen mi?

Anladım ki seyahatlerin gidiş ve dönüş kısımları bana göre değil. Gezmek ve yeni yerler görmek, daha önce bir süre yaşadığınız bir şehri ziyaret etmek, nasıl değiştiğini görmek ve arkadaşlarınızla hasret gidermek kuşkusuz çok güzel. Fakat mümkünse ben gidiş ve dönüşü bir zaman kapsülü içinde yapmak istiyorum. Havaalanlarında, güvenlik kontrollerinde harcanan o vakitlere bazen gerçekten acıyorum. Gözümü açıp kapasam, varmak istediğim yerde olsam ne olur sanki? Bu dileğim İstanbul'da şehir içi yolculuklarında da geçerli. Bir yere yetişme mecburiyetiniz olmadan gezerken bile, trafik sizi gerçek anlamda zorluyor. Metrolar ise ayrı bir olay. Metro büyük bir rahatlık, ancak gri tünellere bakarak yolculuk edince İstanbul'un güzelliklerini de kaçırmış oluyorsunuz. Bir de yüksek gerilim hatları yüzünden midir nedir, yeraltında hep ince bir baş ağrısı eşlik ediyor bana. 

Tamam, şikayet etmiyorum:) Başlıktan da tahmin edeceğiniz gibi amacım bu konuyu bir yere bağlamak. Dönüş yolculuğunda kitap okurken aklıma şu "Çok okuyan değil, çok gezen bilir," deyişi geldi ve katılmadığımı fark ettim. Bunda Sabahattin Ali'nin "Kürk Mantolu Madonna"sını okuyor olmamın da payı olabilir tabii. Çünkü ben de romanın baş kahramanı Raif Bey ile birlikte Berlin'in caddelerinde dolaştım, müzelerini gezdim ve aşık olduğu kadının portesini izledim adeta. Yıllar ve kuşaklar sonra bile, o zaman dilimine ait yaşantılara dışarıdan baktım, tıpkı bir turist gibi. Ama bir farkla: Yüzeysel olarak değil, çok daha derinlemesine.

Diğer yandan, insan gezilerinde birçok tecrübe biriktiriyor, kendi çevresinin ve rahatlık alanının dışına çıkıyor. Belki Sabahattin Ali de Almanya'ya gitmemiş ve orada yaşamamış olsaydı, bu romanı yazamayacaktı. 

Aslında bu iki eylemi karşılaştırmak ikisine de haksızlık belki de. Okuma yalnız yapılan ve insanın hayal gücünü geliştiren bir eylem. Seyahat ise daha paylaşımcı olmanızı ve her an uyanık olmanızı gerektiriyor. Yolculuğunuzu en ince detayına kadar planlamış olsanız da, sizin dışınızda gelişen birçok etkene tabisiniz. Ben  yine de seyahat severlerin sayıca daha fazla olduğunu tahmin ediyorum. 

Fakat ne kadar gezerseniz gezin, gördüklerinizi ve yaşadıklarınızı kendinize hatırlatmak ve başkalarına aktarmak için yazıya ihtiyaç var. Öyle olmasaydı, Evliya Çelebi meşhur Seyahatname'sini kaleme almazdı. O halde sadece gezmek yetmez, yazmak ve okumak da gerekir...

Bu tartışmaya aşağıdaki karikatürle bir nokta koyup, izninizle valizlerimi boşaltmaya gidiyorum:)

 

22 Kasım 2013 Cuma

İstanbul'da Turist Muamelesi Görmek!

Üniversitede 4 güzel yılımı geçirdiğim güzel İstanbul, beni her gelişimde şaşırtmaya devam ediyor. Bu sefer kendimi kendi ülkemde resmen "yabancı" gibi hissettim. Fakat sandığınız gibi İstanbul'un kalabalıklaşması, her yerden her türlü insanın fışkırması yüzünden değil. Beni ve eşimi gerçekten yabancı zannetmeleri yüzünden!

Sultanahmet'te peşimizden koşturarak halı satmaya çalışan ve "Hello lady, hello mister" diye haykıran yağız delikanlıya eşim "Selamın aleyküm koçum!" deyince yüzündeki ifadeyi görmeliydiniz! Abartmıyorum, İstiklal'de yürürken, Kapalı Çarşı'da bir dükkandan içeri girdiğimizde, herkes bizi turist sandı. Hayır sarışın filan da değiliz, sokakta yürüyen tek uzun boylu çift de değiliz. İlk başlarda komik geldi ama sonra yadırgamaya, hatta bozulmaya, alınmaya başladık. Bir de Türkçe cevap verince karşınızdaki insan yıkılıyor resmen! O kadar kendini hazırlamış, cümlesini ezberlemiş... "Biz Türküz" deyince bütün hevesi kaçıyor adamcağızın, resmen içinden "Tüh be!" dediğini görüyorsunuz:)

İşin şakası bir yana, esnafın dediğine göre Gezi olayları yüzünden bu sene yazın gelemeyen turistler şimdi akın etmişler. Adamlar da turistlere nasıl hizmet edeceklerini şaşırmışlar. Biz de bu hengamede arada kaynadık sanırım:) Ancak bu sayede Türkiye'de turist olmanın ne kadar zor olduğunu anlamış oldum. İnsan şöyle bir rahat rahat gezmesi zor. Sürekli peşinizde bir şeyler satmaya çalışan birileri var. Ezberledikleri kalıplar dışında düzgün İngilizce konuşana ise az rastlanıyor... Hatta rehberlerin bile aksanı kulak tırmalayan cinsten. Anlatan kendini parçalayarak bir şeyler anlatıyor, karşıdakinin ise ne anladığı tartışılır. Galiba en iyisi müze ve saraylarda dağıtılan ve eserler hakkında bilgi verilen sistemleri kullanmak... Ben gerçekten turist olsam öyle yapardım:)




20 Kasım 2013 Çarşamba

Bir İstanbul Macerası

Bu satırları İstanbul'dan yazıyorum. Aslında vaktim kısıtlı ve internet bağlantısı da muhteşem sayılmaz. Ama bu yaşadıklarımı sıcağı sıcağına yazmam gerekiyordu. 

Herhalde insana bir günde bu kadar farklı duyguyu ancak İstanbul yaşatabilir. Farklı ülkelerde birçok şehir gördüm ama İstanbul gerçekten bir başka. Hem insanı olanca cazibesiyle kendine çekiyor, hem de bıktırana kadar uğraşıyor. Apartmanın huysuz yaşlısı gibi...

"Hayırdır?" diyeceksiniz haliyle. Hemen konuya gireyim. Bu sefer İstanbul'un kalbinde, Cihangir ve Beyoğlu'na yakın, yürüyüş mesafesinde bir yerde kalmak istedik ve booking.com üzerinden, hakkında şahane yorumlar yapılan Dream Flats İstanbul'da yerimizi ayırttık. Ancak her şey baştan itibaren fazla güzeldi. Fiyat fazla uygundu, normalde ücrete dahil olmayan kahvaltı hizmetini de vermeyi kabul ettiler. Son derece garantici bir insan olmama rağmen bu sefer basiretim bağlandı ve bu durumda hiçbir art niyet aramadım. Ancak otele girerken ana kapıdan değil de, katlanan camların açılan bir kanadından ve perdenin arasından içeri girince bir terslik olduğunu anladım. Ortada resepsiyona benzer bir yer de yoktu. Yalnızca bir masa ve birkaç koltuk... Eşimle birbirimize şüphe içinde bakarken, tam da o sırada Amerikalı bir turist otelden ayrıldı ve "Merak etmeyin, çok iyi bir yer," dedi. Bizim de saflığımız tuttu ve inandık. 

Fakat bu arada otelin görevlisiyle muhabbeti ilerleten eşim, otelin bir ruhsat problemi olduğunu, müşterileri geri çevirmemek için kabul ettiklerini öğrendi. Ben bunu duyunca eyvah dedim, ama artık yerleşmiştik... İlk günümüz sorunsuz geçti. Fakat ikinci günün akşamı otele dönünce, ertesi gün belediyenin oteli boşken şekilde kontrol edeceğini ve çıkmamız gerektiğini söylediler! O sırada nasıl sakin olabildiğime ben de şaşırıyorum. Ancak bu rezilliği yanlarına bırakmamaya kararlıyım. Gerçi sanırım oteli biz içindeyken polis basmadığı için de şanslı sayılırız!!! Şimdi otelin sahibi "beyefendi", bizi yarın fiyat farkı almadan başka bir otele yerleştirecekmiş...

Bakalım yarın sabah bizi nasıl bir sürpriz bekliyor!

Aman ha. Siz siz olun, Dream Flats'de kalayım demeyin. Sonra rüyanız kabusa dönüşmesin...

17 Kasım 2013 Pazar

Kitap Kokusu

Herhalde kitap kokusunu sevmeyen yoktur. Hatta bir kitapçıda muhtemelen lise öğrencisi olacak yaşta olan bir gencin arkadaşına, "Oğlum şu kitapları okumasam da kokusu çok güzel be!" dediğini duymuştum bir seferinde.

E-kitapların giderek yaygınlaşmasıyla, basılı kitaplara ne olacağı ve yayıncılığın şekil değiştireceği artık sık sık konuşulmaya başlandı. Ancak yayıncıların çoğu, e-kitap uygulamasına geçseler bile, basılı kitaplardan vazgeçmediler. E-kitaplar yurtdışında daha yaygın. Ancak genellikle akademik ve bilimsel yayınlarda daha çok tercih ediliyor. Bu açıdan gerçekten çok yararlı olabilir.

Fakat e-kitaplar, bunları görüntüleme programları ve cihazları giderek yaygınlaşırken, basılı kitapseverlerin aklı başka bir konuya takılmış: E-kitap okurken mahrum kalacağımız o mis gibi kitap kokusuna. Ve yaratıcı bir fikir geliştirip, kitap kokusu spreyleri üretmişler:) Ne kadar ilginç değil mi? Hem de birkaç çeşidi de var. 

Basılı kitap kokusunun yerini tutar mı bilemem, bu spreyleri henüz hiçbir yerde görmedim ve koklamadım. Meraklısı belki denemek için bir tane satın alabilir, ama bence kullanım alanı çok sınırlı. Otobüste e-kitap okuyucunuz elinizdeyken çantanızdan spreyi çıkarıp şöyle bir "fıst" yapamayacağınız kesin:) Bunu ancak e-kitabınızı evinizde okurken oda spreyi olarak kullanabilirsiniz. Yine de ilginç bir buluş ve kitap sevgisinin ve hayal gücünün insana neler yaptırabileceğinin güzel bir örneği...


16 Kasım 2013 Cumartesi

"Heşteg" İstilası!

"Ayy kıroya da bak yanlış yazmış," demeyin. Bilerek "heşteg" yazdım, ti'ye almak için. İngilizce birçok kelimenin çarpıtılmış bir biçimde telaffuz edilmesi suretiyle oluşan eğreti bir kelime girdi artık hayatlarımıza. Şu hashtag'ler twitter'den sonra instagramı da ele geçirdi. Offf! Tamam, insan temel bir iki sözcüğe hashtag koyar belki, ama işin suyunu da çıkarmamak lazım... 

Bu hashtag de neyin nesi diyenler olabilir. Vallahi, ben anladığım kadarını anlatayım. Sosyal medyada sizinle aynı ilgi alanlarını paylaşan insanların sizin paylaşımlarınızı bulabilmesi için kullanılan anahtar kelimeler. Buraya kadar her şey güzel. İyi de, insanlar neden # mutluuuuuuu (u harfi sayısına özellikle dikkatinizi çekerim), # yağmurrrr, # cicibici, # kelebekböcek, # ayçokduygulandım, # canımsevgilim, # browniiiiiii, # lol (bu da laughing out loud, yani yüksek sesle gülüyorum demek)  gibi hashtag'lere baksınlar ki! Bir de bitişik yazmıyor musunuz şunları, hele o başındaki sevimsiz # işareti yok mu, olayın bütün esprisi kaçıyor. Yapmayın etmeyin arkadaşlar. İnsan neden elinin değdiği her şeyi çöplüğe çevirmek zorunda?

Bir de #nofilter olayı var ki, o başlı başına bir olay! Bu şu demek, yani ben o kadar güzelim, o kadar mükemmelim ve o kadar kusursuz bir fotoğraf çektim ki, instagram'daki filtre uygulamalarına ihtiyacım yok! Ha onu bil de gel yani!

Eminim böyle yazdığım için kızanlar da olacaktır. Ama nasıl desem? #şiştim, #hislerimihaykırmamgerekiyordu, #anlayınbenianacım 

Hey yarabbim... Neyse, hashtag trafiğinin tam gaz sürdüğü bu Cumartesi akşamı, ben de yazarken eğlenmiş oldum. Son olarak, Justin Timberlake ve Jimmy Fallon'un bu konuyla dalga geçtikleri aşağıdaki video'yu izlemenizi öneririm:)



15 Kasım 2013 Cuma

Hayatımı Sarsan Yıl: 2013


Yakında tüm gazete ve dergilerde, televizyon kanallarında ve sosyal medyada 2013 değerlendirmeleri ve 2014 yılı burç yorumları yer alacak. Zaten Kasım'ın bitmesine az kaldı. Aralık da pat diye geçer gider ve biz her sene olduğu gibi, 2014'ün daha farklı bir yıl olacağına dair bir ümit taşırız içimizde. 

Ben de 2013'e girerken kendime bazı hedefler koymuştum. Ne mutlu ki bana, beni artık mutlu etmeyen işimden ayrılıp, kendime başka bir yol çizdim. Ama 2013 birçok bedeli de beraberinde getirdi. Hiçbir şeyi öyle kolayca bırakmadı kucağıma... Planda olmayan ve beni sarsan durumlar da yaşattı. Mesela eşim 2 kalp kapakçığının değiştiği bir ameliyat geçirmek zorunda kaldı. Teşhis Ocak ayında kondu, durumun acil olduğu söylendi ve sayısını hatırlayamadığım kadar çok doktor gezdikten sonra hepsi aynı şeyi söyleyince, Şubat'ta ameliyat olmasına karar verildi. Ameliyat öncesi ve sonrası birlikte yaşadığımız travmalar, onu hastaneden çıkarana kadar çektiğimiz yürek çarpıntısı, bir yandan hayatın normal seyrinde devam etmek zorunda olması... Artık aynı cümleleri bir robot gibi tekrarlamaya başlamanız. Hastane odaları, tıbbi terimler, ameliyattan sağ çıkma oranları, yoğun bakım günleri, uykusuz geceler... Moral vermeye gelen ziyaretçilerle konuşacak halinizin bile olmaması... Ve tüm bunlar olup biterken, hastanedeyken işyerindeki e-postaları kontrol etmek zorunda olmanız... Kısacası ne siz sorun, ne ben anlatayım. 

Çok şükür ki bu ameliyat faslını başarıyla atlattık. Ardından hayatın ne kadar anlamsız olduğu ve insanın şu kısacık ömründe istemediği hiçbir şeyi uzun süre yapmaması gerektiği artık kafama dank etti. Eşim ameliyat olduktan 1 ay sonra istifamı verdim. Sanırım hayatımda verdiğim en doğru kararlardan biriydi; çünkü geriye dönüp baktığımda içim azıcık bile "cız" etmiyor. Çevirmen olarak çalıştığım için çok mutluyum. Fakat her şeyin olduğu gibi, bunun da bir bedeli var. Uykusuz geceler, peşinizi hiç bırakmayan teslim tarihleri,  arkadaşlarınızın "Bir kahve için de mi vaktin yok?" sitemleri...

Ardından taşındık. Pat diye. Daha önce her şeyi ağırdan alan, ölçüp biçen eşim, "Taşınıyoruz," dedi. Hoppaa.  Galiba o da artık isteklerini ertelememesi gerektiğine karar vermişti. Böylece etti 3. değişiklik! 

Tam her şeyi rayına oturttuk derken, yaz başında sevgili babaannem hastalandı ve Temmuz sonunda bizi bıraktı gitti! Her şey o kadar çabuk oldu ki... Acısı içimize oturdu. Babaannem adımı koyan kişiydi benim... Nur içinde yatsın... Bu da etti 4!

Ardından 7 yaşından beri tanıdığım ve benim için çok değerli olan, benim de onun için değerli olduğumu sandığım bir çocukluk arkadaşım, bababannem ölünce bir telefon bile etmedi! Beşinci tokadı da böylece yemiş oldum. Zorla güzellik olmaz deyip, kendisini gönül defterimden çıkardım... Ama iz bıraktı. İnsanların zaman içinde nasıl değişebildiğine, nasıl bencilleştiğine bir kez daha hayret ettim. Şimdiki arkadaşlarımın da yıllar sonra böyle olmasından korktum. "Niye?" diye sordum, düşündüm... Cevabı yoktu. Her şey olması gerektiği gibi oluyordu...

Anlayacağınız 2013 yılı karışık bir yıl oldu benim için. Hem sevinçlerle hem üzüntülerle dolu, insanı şaşırtan, rüzgarın nereden eseceği belli olmayan, ama esince de önündeki hiçbir şeyin ve kimsenin duramadığı bir yıl oldu. 2013 koştu, biz de arkasından kovaladık. Geçenlerde bir arkadaşım sordu: "Eee çocuk yok mu daha?" Yahu bir durun, el insaf! Biz de insanız. Ben bunları tekrar yazarken bile yoruldum, bir de yaşadığınızı düşünsenize... Kısmetse o da olur, bilmiyorum. 2013 bana bazen hiçbir şeyi planlayamayacağımızı öğretti bana. O yüzden 2014 benim için akış yılı olacak. Tabii ki yine hedeflerim, başarmak istediklerim, dileklerim var. Ama olursa olur, olmazsa olmaz diyorum. Hepsinde vardır bir hayır. 

Umarım şu 2013'teki Satürn ve Merkür sınavlarımı geçmişimdir de, artık ödül zamanı gelmiştir. Artık perde insin ve yeni bir film başlasın. Patlamış mısırlar da sizden olsun:)

12 Kasım 2013 Salı

Çantasını Kıvrık Kolda Taşıyanlar

Biraz uzun bir başlık olduğunun farkındayım, ama başka türlü anlatamazdım. Sanırım aşağıdaki fotoğrafa bakınca "Haa, bu muydu..." diyeceksiniz. 


Çevirmenin ne işi olur çanta taşıma şekliyle? Burası moda blogu mu demeyin. Çantasını bu şekilde taşımayı beceren zarif hanımlara lafım yok. Fakat bazen o kadar komik görüntülerle karşılaşıyorum ki, yazmasaydım şişecektim. Bugün sokakta bu şekilde arz-ı endam eyleyen cici bir kızımız, bavul büyüklüğündeki pazar çantasını böyle taşıma pahasına yanından gelen geçene çarpınca dayanamadım zira. Belki üstüme vazife değil ama, idare ediverin, bugün de canım böyle hafif bir şeyler yazmak istedi:)

Nereden nereye; bu hanım kızlarla okuma alışkanlıkları arasında bir bağlantı kurdum sonra kafamda. Tamamen bana özgü, hiçbir dayanağı olmayan bir tahmin olabilir; ama herhangi bir kitap fuarında çok-satan aşk romanlarının önündeki okurlara bir göz atarsanız, ne demek istediğimi anlarsınız:)

Zülfü Livaneli, "Edebiyat Mutluluktur" adında denemelerden oluşan kitabında çok-satan romanların dilini ve basit kurgusunu eleştirmiş. Sırf halk bunu istiyor gerekçesinin ardına sığınıp, ortaya bir sürü niteliksiz ve birbirinin benzeri kitap çıktığını belirtmiş. Bu romanlardaki betimlemeleri de "Kalbimi attım, sen de tuttun," benzetmesiyle hicvetmiş:) 

Hani bazen bir kitabı elinize alır, sayfalarca okur, sonra "Bunu kimler okuyor acaba?" diye bir hisse kapılırsınız ya... İşte "Kalbimi attım, sen de tuttun" tarzı çok-satanları bu kıvrık kolda çanta taşıyan hanım kızlar okuyor olabilir:)


6 Kasım 2013 Çarşamba

Biraz da Gülelim:)

Zaytung'u zaten çok severim. Bir süredir takip etmiyordum, atlamışım. Kitap fuarı dolayısıyla yayıncılığı ti'ye alan bir kapak hazırlamışlar. Sabah sabah epey güldüm. Hele 52 yıldır Can Yayınları'na aynı kapak tasarımını yutturan grakifer benzetmesi yok mu! Demek ki o beyaz fonlu, yalnızca ortadaki görselin değiştiği kapaklara gönderme yapmış Zaytung ekibi de... Fazla söze gerek yok, kapak zaten her şeyi anlatıyor:)


5 Kasım 2013 Salı

Konuşacak Kimse Var mı?

"Konuşacak kimse bulamadıkları için kaç kişinin yazar olduğuna, bu yüzden kaç kitap yazılmış olduğuna şöyle bir bakarsak, kitapçıların yalnız insanlar için gidilebilecek en iyi yer olduğunu anlarız." 

(Alain de Botton - Felsefenin Tesellisi)


Bu alıntıyı okur okumaz aşık oldum! İster dünyayı dolaşın, ister çok geniş bir eş-dost çevreniz olsun, eğer okumuyorsanız kendi fanusunuzun içinde kalmaya mahkumsunuzdur. Çünkü size normal gelen, bir başkası için tabu olabilir. Bunun tam tersi de geçerli olabilir. Belki de sizin tabularınız, bir başkasının vazgeçilmezidir. 

Bize tanınan ve süresini bilmediğimiz şu ömür denen zaman diliminde, eğer farklı yaşamları merak ediyorsak, hayata bir süreliğine de olsa farklı bir gözden bakmayı istiyorsak, bunun en güzel yolu okumaktır. Çünkü konuşurken dile getirmediği pek çok düşünceyi kağıda döker insan yazarken. Günlük bir sohbet sırasında kitap gibi cümleler kuran insanları antipatik, hatta biraz da komik buluruz. Ama aynı insanın karaladığı birkaç satır yazıyı okursak belki beğeniriz, belki de eleştiririz. İşte yazının böyle bir güzelliği ve dokunulmazlığı var. Belki de insan okurken ön yargılarından sıyrılıyor ve yazan kişinin iç dünyasına daha çok yaklaşabiliyor. 

Okumak aslında sadece bir yalnızlık ve suskunluk eylemi değil. Aksine, insanın zihninin ve ruhunun sınırlarını genişletmek için başvurabileceği en güzel yol. Bu açıdan bakarsanız, aslında okumaktan daha güzel bir sosyalleşme yolu yok. Konuşacak kimse olmadığı için okuyanlar vardır mutlaka. Ancak bence amaç konuşmaları zenginleştirmek için okumak olmalı...

Bir alıntının ilham verdiği bu yazıyı, yine bir alıntıyla bitirmek istiyorum: "Yalnız olmadığımızı fark etmek için okuruz." (C. S. Lewis)



4 Kasım 2013 Pazartesi

Sonbaharda Okumak Başkadır:)

Kasım'da hep aşk başka olacak değil ya! Meğer okumak da bir ayrı güzelmiş...

Malum, İstanbul'da TÜYAP kitap fuarı tam gaz devam ediyor. Basında ve sosyal medyada kitap fuarları ve okuma alışkanlıklarıyla ilgili haberler yer alıyor. Bunlardan biri ilgimi çekti. Türkiye'de okuma oranlarının sonbaharda yükseldiği tespit edilmiş. Bu mevsimde kitap satışları artıyormuş. 

Bu haberi okuyunca kendi okuma alışkanlıklarımı düşündüm. Doğru, ben de sonbaharda daha çok kitap satın alıyorum. Ancak bunun günlerin kısalması ve havanın daha erken kararmasından başka bir nedeni daha var. Yayınevleri, genellikle çıkış kitaplarını sonbaharda piyasaya sürüyorlar. Özellikle de kitap fuarından önce. İkinci bir furya da ilkbaharda yaşanıyor; çünkü yine kitap fuarı var. Zaten aşağıdaki tabloda, ilkbaharda kitap satışlarının yine artış gösterdiği görülüyor. 

Her ne kadar kitap fuarlarının başarısı tartışılsa da, en azından okumayı ve kitapları daha çok gündeme getirdiği için bence çok yararlı. Ben de İzmir kitap fuarını sabırsızlıkla bekliyorum!

Kaynak: Habertürk, 04.11.2013

2 Kasım 2013 Cumartesi

Kitapların Görsellik Karnesi

13 Ekim'de kitap kapaklarının önemi hakkında bir yazı yazmıştım: http://bircevirmeninanilari.blogspot.com/2013/10/kitap-kapaklar-ne-kadar-onemli.html 

Sabit Fikir dergisinin bu ayki sayısını okurken, "Karne" başlıklı bir bölümde piyasadaki kitaplara not verdiklerini gördüm. Onlar not verirken kapak dışında dizgi, yazı büyüklüğü, sayfa kalitesi gibi unsurlara da dikkat etmişler. Her kitap "Baskı, "Kapak Tasarımı" ve "İş Sayfa Tasarımı" adı altında üç kategoride değerlendirilmiş. Kısa ama yapıcı eleştiriler.

Bazı eserlerin eski baskılarını gördükçe düşünmeden edemiyorum. Metinlerini yayınevine kendi el yazısıyla veya daktilo edilmiş olarak teslim eden yazarları... Galiba teknoloji ilerledikçe, görsellik algısı ve beklentiler de değişiyor ve çıta giderek yükseliyor. 

Bahsettiğim değerlendirmeyi merak edenler için, Sabir Fikir dergisinin elektronik ortamdaki bağlantısını paylaşıyorum: http://www.sabitfikir.com/dosyalar/karne-ezilenler-rolativitenin-abcsi-goglis-ne-demek 

1 Kasım 2013 Cuma

Kurumsal Hayat ve Etiketler

Farkında mısınız? Etraf onca yıllık eğitim ve mesleki deneyimin ardından radikal bir kararla hayatını değiştiren insanlarla dolu. Belki de algıda seçicilik nedeniyle onları fark ediyorum. Kurumsal dünyadaki afilli pozisyonlarını bırakıp bir maceraya atılan deliler gözüyle bakıyor toplum onlara. "Geçici bir hevestir, aklı başına gelir," diyorlar. Eminim benim için de böyle düşünenler vardır. Çünkü etiketler önemli onlara göre. Emeklerinizin takdir edilmediği, mutsuz olduğunuz kurumsal çatı altında, falanca biriminin filanca sorumlusu olmak onlara göre pek makbul. 

Bir zamanlar ben de böyle düşünüyordum. Fakat sonra üst üste maruz kaldığım haksızlıklar, insanların ikiyüzlülüğü, etrafa at gözlüğüyle bakmaları ve iktidar hırsları tepemin tasını attırdı. Bir alternatif bulduğumu düşündüğüm anda da, etraftan gelen tüm "yapma, etme" telkinlerine rağmen kararımdan dönmedim. Kurumsal hayata dair özlediğim tek şey bir iki gerçek dost, o kadar. 

İstifa ettiğim gün üniversitedeki bir müdürümüz "Ne yapacaksın peki? Evde Seda Sayan mı seyredeceksin?" diye sormuştu! Düşünce şekline bakar mısınız? Geçen gün de bir arkadaşımız "Artık evde oturduğuna göre..." diye başlayan bir cümle kurdu. Bu yorumları yapanların ikisinin de erkek olduğunu söylememe gerek yok sanırım. Zira erkekler için "evden" yapılan işler iş değil arkadaşlar. İlle kendilerine ait olduğunu sandıkları o çetrefilli dünyaya adım atıp, takımlarınızı giyip, makyajlı süs bebekleri gibi ortalıkta dolanmanızı bekliyorlar. Hatta bir de kemik çerçeveli bir imaj gözlüğü takarsanız ne ala! O zaman ciddi / çekici iş kadını kimliğinizle daha rahat kabul ediyorlar sizi. Ama evden çalışan bir kadını kafalarında bir yere koyamıyorlar bir türlü. 

Aslında erkeklere haksızlık etmemeliyim. İstifa mektubumu okuyan bir kadın yönetici de, "Bu çevirmenlik işi seni tatmin edecek mi?" diye sormuştu. Keşke kendisine tatminle ne kastettiğini sorsaydım. Sanırım sıfırdan bir birim kurmamı sıfır takdir politikasıyla destekleyen yöneticilerimiz, sıfır yetki-tam sorumluluk prensibini benimseyerek ve sektörün çok altındaki maaş artışlarıyla bana mükemmel bir kariyer fırsatı sunduklarını düşünüyorlardı...

"Peki, sonra ne yapacaksın?" Bu da sık sık yöneltilen bir soru. "Size ne?" şeklinde cevap vermeme az kaldı.  Belki ömrümün sonuna kadar çeviri yapacağım, belki yazar olacağım, belki editör, redaktör olacağım... Ama bildiğim bir şey var ki, bundan sonra çalışabileceğim en "kurumsal" yer, en fazla bir yayınevi olabilir.

Durumu çok sevdiğim bir arkadaşımdan alıntı yaptığım bir karikatürle özetlemek istiyorum. Sevgiyle kalın:)