27 Aralık 2013 Cuma

Saç - Baş Yolduran Bir Çeviri

Hemen hemen her meslekte alaylı / mektepli tartışması vardır. Mektepliler alaylılara hep kuşkuyla yaklaşırlar, işlerini bir türlü beğenmezler. Peki çevirmenin alaylısı kimdir? Benim gibi Filoloji / Çevirmenlik / İngiliz veya Amerikan Dili ve Edebiyatı bölümü mezunu olmayan, ancak eğitim hayatı boyunca İngilizce dilinde eğitim almış, bu dili çok seven, (hatta inanmayacaksınız ama İngilizce rüya bile gören) hem İngilizce hem de Türkçe kalemine güvenen biri olabilir mesela. Veya yurtdışında doğmuş, bir süre orada yaşamış da biri de olabilir. Aslolan o dile bol miktarda maruz kalmak ve de sevmektir. 

Amacım kendimi övmek filan değil. Beni tanıyanlar zaten övünmeyi sevmediğimi bilirler. Hatta en büyük eksikliklerimden biri de tabiri caizse kendimi "pazarlamayı" bilmememdir. Fakat bugün elime bir kitap aldım ki, evlere şenlik! Hem de Amerikan edebiyatının en üretken ve en önemli yazarlarından birinin yazarlık yolculuğunu anlatan, rehber niteliğinde bir kitap. Ben kitapları okumaya başlamadan önce mutlaka editörün, çevirmenin kimler olduğuna bakarım. Bu sefer de öyle yaptım ve çevirmenin önde gelen bir üniversitenin İngiliz Dili ve Edebiyatı mezunu olduğunu, bu alanda yüksek lisans yapıp öğretim görevlisi olarak çalıştığını okuyunca, akıcı bir metin okuyacağımı düşünerek sevindim. Meğer fena halde yanılmışım... Okumaya başlar başlamaz, elimde tükenmez kalemle hataların, kulağı tırmalayan ifadelerin ve düşük cümlelerin altını çizmeye başladım... Şu anda 30 küsur sayfa kadar okudum ve birkaç sayfayla sınırlı kalmasını umduğum bu hatalar, ne yazık ki kitabın geneline yayılmış. İnanamadım, olamaz dedim. Düşünsenize, bu kişi bir üniversite hocası ve belki de geleceğin çevirmenlerini yetiştiriyor. 

Peki, bu metni redaktör veya editör hiç mi okumadılar? Okudularsa, nasıl onay verdiler? 1930'larda ölen bir kişinin yazdığı makaleden bahseden çevirmen, "son zamanlarda yazdığı" ifadesini kullanmış. Belki de yazım hatası (şahsen ben öyle olduğuna inanmak istiyorum), ama doğrusu "son zamanlarında" olmalı... Çünkü adamcağızın bu bahsi geçen makaleyi "son zamanlarda" yazmış olması için, mezarından kalkıp dirilmesi gerekir!

Çevirinin ve yayıncılığın ne denli emek gerektiren bir iş olduğunu bildiğimden, çevirmene ve yayınevine olan saygımdan ötürü burada hiçbir isim paylaşmamaya karar verdim. Fakat bir kez daha gördüm ki, istediğiniz kadar mektepli olun, çeviri ve yazım yeteneği biraz da insanın kumaşında olan bir şey...

Tespit ettiğim hataları yayınevine bir e-posta ile bildirmeyi düşünüyorum. Umarım ciddiye alırlar da, en azından sonraki baskılarda bu hatalar düzeltilir... 





24 Aralık 2013 Salı

2014 İçin Dileklerim

Yeni bir yıla girerken dilekleri sıralamak adettendir. Herkes 1 Ocak'ta hayatına sihirli bir değneğin değeceğine, bütün dileklerinin gerçekleşeceğine inanır. Ümit etmek ve hayallerimizi gerçekleştirmek için çalışmak güzeldir elbet. Fakat ben bu dilekleri biriktirmek için neden yeni yılı beklediğimizi anlamakta güçlük çekerim. Aralık ayının son gününü 1 Ocak'tan farklı kılan nedir? Zaman ve takvimler de aslında insanların hayatlarına bir düzen getirmek üzere icat ettikleri kavramlar olduğuna göre, aslında yeni yılda bir keramet yoktur. Yeni yılı özel yapan, bu kadar çok insanın iyi dileklerinin birleşerek yarattığı sinerjidir aslında...

Cem Yılmaz'ın evrene pozitif mesajlar yolladığı İş Bankası reklamına bu aralar çok gülüyorum. Ama inanın bana, eğer gerçekten temiz kalpliyseniz, yalnızca kuru kuru dilemeyip o uğurda çaba sarf ediyorsanız, hayatınızda bir şeyler değişmeye başlıyor. Her şey olması gerektiği sırada oluyor. Olmuyorsa da, sonradan dönüp bakınca "İyi ki olmamış" diyorsunuz...

Gelelim benim 2014 dileklerime:

Sağlık, huzur, bereket ve mutluluk istemek adettendir. Ben de hepsinden en yüksek dozda istiyorum!

Bolca kitap, yeni işler, yeni çeviriler istiyorum. 

Romanımı bitirip yayınlatmak istiyorum. Çok satanlar listesine de girse fena olmaz:)

Daha çok renk, daha çok müzik, keyifli seyahatler istiyorum. 

Dürüstlük ve doğruluk artık yükselişe geçsin istiyorum. Kendini belli eden ya da etmeyen ne kadar sinsi, kurnaz, içten pazarlıklı, sahtekar, hak yiyen insan varsa çevremden, hayatımdan, ülkemden, dünyadan ve evrenden çıksın istiyorum. Çıksınlar ve kendi küçük dünyalarında, hak ettikleri şekilde yaşasınlar...

Geriye dönüp de 2014'e baktığımda, "Vay be, ne yıldı ama," demek istiyorum.


23 Aralık 2013 Pazartesi

"Bir Günün Nasıl Geçiyor?"

Evden çalışmaya başladığımdan beri bana en sık sorulan soru bu. Çünkü "dışarıda" çalışan herkes sabahın köründe işe yetişme telaşıyla yollara düşerken, üstüne-başına, saçına-makyajına dikkat ederken, benim saat 11'de kalktığımı, saçımı fıskiye şeklinde topuz yapıp 12'ye kadar pijamalarımla gazete okuduğumu, sonra oturup 1 saat çeviri yaptığımı, sonra "çalışmayan" başka bir arkadaşımla buluşup laklak ettiğimi, kahve içip fal baktığımı ya da altın gününe gittiğimi filan sanıyor galiba... İçiniz rahat edecekse söyleyeyim, evden çalışmak hiç de böyle bir şey değil arkadaşlar. Merak etmeyin, ben de 12 sene boyunca "dışarıda" çalışan biri olarak, sizin yaşadıklarınızı yaşadım ve sizi anlıyorum. İsterseniz, bir günümün nasıl geçtiğini sizler için özetleyeyim:

Telefonumun alarmı sabah 07.00'da çalıyor. Kabul ediyorum, erteleme düğmesine basıyorum. Ama en geç yedi buçukta ayaktayım. Tabii önceki gece 3'e kadar çeviri yaptıysam, uyuma jokerimi kullanıp dokuzda kalkabiliyorum. Sanırım bu kadarına kızmazsınız:)

Hızlı bir duş alıp giyiniyorum. Ama eşofman değil. Gevşememek ve rehavete kapılmamak için gerçekten gündelik bir şeyler giyiyorum. Neyse ki takım elbise ve topuklu ayakkabı giymek zorunda değilim:)

Kahvaltı edip kahvemi yapıyorum. Bu arada eşimi uğurlamış oluyorum. Eğer erken kalktıysam saat 08.30 oluyor. Eğer dokuzda kalktıysam kahvaltıyla vakit kaybetmeyip bir tost yapıyorum.

Bilgisayarın başına geçiyorum. Önce maillerime bakıyorum. Sonra başlıyorum çalışmaya. Bilgisayarımda bir word belgesi, eğer dijital bir belgeden çeviri yapıyorsam bir pdf ve en az 3 tane sözlük açık oluyor. 

Ekran görüntüsü buna benziyor. Solda orijinal metin, sağda ise benim çevirim...


Bu iki belge arasında gidip gelerek ve anlamları kontrol etmek için gerektiğinde sözlüklere başvurarak, bazen de argo bir kelimenin karşılığını bulmaya çalışarak devam ediyorum. 

Bu arada sosyal medya dürtmeleri, arkadaşlarımdan gelen mesajlar ya da telefonlar araya giriyor. Fakat ev telefonunu bazen fişten çekiyorum. Çünkü sevdiğim insanlar acil bir şey olursa bana cepten ulaşabilirler, ama çalışırken sigara bırakma hattından aranmaya tahammülüm yok... 

Saat 1'de karnım guruldamaya başlayınca mutfağa gidip kendime mikrodalgada bir şeyler ısıtıyorum. Yalnızca yemek yerken televizyonu açıyorum. Sonra oyalanmadan yine masa başına geçiyorum.

Tabii bu arada sabahtan çamaşır makinesini kurmuşsam, "biippp biipp bippppp" sesiyle irkiliyorum. Gidip çamaşırları boşaltıp asıyorum. Şöyle bir evi topluyorum. 

Öğleden sonra mesaime saat dört gibi bir çay içerek ara veriyorum. Bu arada çok yorulmuşsam, kafamı boşaltmak için kısa bir yürüyüşe çıkıyorum. 

Eve gelince, yemek yapmam gerektiğini hatırlıyorum... Hemen gidip lenslerimi takıyorum. Malzemeleri daha iyi görmek için değil, soğan gözümü yaktığı için:) Çabucak bir şeyler ayarlayıp yemeği ocağa koyuyorum. Bu sırada biraz mesai saatinden çaldığım için kendimi suçlu hissediyorum. 

Bakıyorum saat altı olmuş bile. "Off" diyorum. Oysa bugünle ilgili ne kadar çok planım vardı. Pilates yapacaktım, kuaföre gidecektim, ne zamandır merak ettiğim şu sanat galerisine gidecektim, ne zamandır ektiğim veya arayamadığım filanca arkadaşımı arayacaktım... Serotonin seviyemi arttırmak için iki kare bitter çikolata yiyorum. Sonra da bu hareketim beni 5 kilo verme hedefimden uzaklaştırdığı için vicdan azabı çekiyorum. 

Son bir gayretle tekrar masa başına geçiyorum. Eşim gelmeden önceki bu son bir saat çok değerli. Çünkü eve gelince "Bırak artık şu çeviriyi, gel iki laf edelim" diyeceğini biliyorum. 

Akşam yemeği yiyoruz. Sonra bulaşık makinesini boşaltıp kirlileri yerleştiriyorum. Genelde film kanalını açıp başına geçiyoruz. Eğer film beni sarmazsa, çaktırmadan yine dizüstü bilgisayarımı kucağıma alıp gizlice çeviri yapıyorum. Ya da kitap okuyorum. Artık gürültüde de çalışmaya alıştım. 

Sonra bilgisayarın şarjı bitiyor. Bu sırada benim de şarjım artık teklemeye, gözüm kapanmaya başlıyor. Bir bakmışım ki divanda uyukluyorum...

Bu arada eşim sitem ediyor... Neden arkadaşlarımızı, büyüklerimizi eve daha sık çağırmıyoruz? Neden yemek daveti vermiyoruz? Neden eskisi kadar gezmiyoruz? Neden'le başlayan bir sürü soru soruyor. "Vaktim yok" demeye utanıyorum. Çünkü başkalarının gözünde ben hep "evdeyim"...

İşte böyle... Yine de işimi çok seviyorum. Fakat hayatı boyunca hiç çalışmamış olan akça pakça, tonton bir teyze, "Peki bir daha hiç dışarıda sabit bir işte çalışmayacak mısın?" diye sorunca çıldırıyorum. İnsanlar nedense tek başınıza bir şeyler yapmaya başlayınca yaptıklarınızın daha görünür olmasını bekliyorlar. Sanki dışarıda çalışırken kendilerine aylık rapor tebliğ ediyormuşum gibi... O zaman kimsenin aklına gelmeyen sorular şimdi ardı ardına sıralanıyor... 

İşte benim bir günüm böyle geçiyor...



  

21 Aralık 2013 Cumartesi

21 Aralık: Dünya Roman Kahramanları Günü

Ben 21 Aralık'ı en uzun gecenin yaşandığı tarih olarak bilirdim. Meğer bir özelliği daha varmış, Dünya Roman Kahramanları günüymüş. Bunu kim düşündüyse kendisini kutluyorum. Edebiyatı ve okumayı hatırlatmak için çok şık bir hareket. 

Birçok yazar, yazı sürecinde roman kahramanlarıyla aralarında sıkı bir bağ kurulduğunu, gerçek dünyayla bağlantısının zayıfladığını söyler. Bu benzetmeyi biraz abartılı bulanlar olabilir, ama ben ne demek istediklerini anlıyorum. O sahne yazılmadan, o cümle söylenmeden, o olay sonuca bağlanmadan yazının başından kalkarsanız, bir daha oturduğunuzda aynı havaya giremeyebilir, aynı şekilde yazamayabilirsiniz. O sırada kendi yarattığınız kurgu dünyası, size dışarıdaki dünyadan daha çekici gelebilir. Kahramanın söylemek istedikleri bitmeden o masadan kalkmak, bir arkadaşınız sözünü bitirmeden arkanızı dönüp gitmek gibidir.

Yazarlar kadar olmasa da, kitap çevirmenleri de roman kahramanlarıyla sıkı bir bağ kuruyorlar. Kitap bitene kadar o karakterlerle yatıp kalkıyorsunuz. Hele bir biyografi çeviriyorsanız, gerçekten yaşanmış olayları satır satır çevirirken, daha çok etkileniyorsunuz. Hepsinin dış görünüşü, giysileri, karakteri, oturup kalkması, konuşma tarzı, sevdiği / sevmediği şeyler beyninize kazınıyor. Sabahları yarım saat daha uyumaya, arkadaşınızla bir kahve içmeye, yemek yapmaya, yürüyüşe çıkmaya veya keyfiniz için başka bir kitap okumaya kalktığınızda, kafanızın içinde bir ses "Şşşttt" diye sesleniyor. "Ben buradayım, seni bekliyorum. Dünkü konuşmam yarım kalmıştı. Ne zaman ilgileneceksin benimle?" diye soruyor. Bu ses, kendisiyle birkaç saattir ilgilenmediğiniz roman kahramanının sesi. Roman bitene kadar da bu sesin dinmeyeceğini biliyorsunuz...

Roman kahramanları önemlidir. Başka diyarlara yolculuk yaparken onların rehberliğine ihtiyaç duyarız. Onlar olmasaydı, hikayeler de olmazdı. Çoğu okurun gönlünde yer edinen, çok sevdiği, belki de kendini özdeşleştirdiği bir roman kahramanı vardır. Bugün o kahramanlara, yazarlarına ve o kahramanı başka dillerde konuşturup, çok daha fazla insanın tanımasını sağlayan çevirmenlere şapka çıkarıyorum. Dünya Roman Kahramanları Günümüz kutlu olsun!


18 Aralık 2013 Çarşamba

Neden Kedileri (Bazı) İnsanlara Tercih Ediyorum?

Ülkemizin rüşvet skandallarıyla, türlü siyasi oyunlarla çalkalandığı bugünlerde, kedileri bazı insanlardan gerçekten daha çok sevdiğime karar verdim. Sosyal medyada rastladığım bir karikatürün bunu muhteşem bir şekilde özetlediğini görünce de dayanamadım ve paylaşmaya karar verdim. Yalnız olmadığımı bilmek güzel:) Kedileri çok sevsem de, eşimin protestosu yüzünden kedi sahibi değilim. Aslında kendisi de hayvanları çok sevmesine ve sokaktaki tüm kediler peşine takılmasına rağmen, evde beslemek istemiyor. Saygı duyuyorum, ama bu kedileri hastalık derecesinde sevmeme engel değil:) 

Gelelim nedenlerine... Aşağıdaki konuşma balonlarını sırayla çevirmem gerekirse:

Artık evlenmen gerek. Neredeyse 30 yaşındasın. (Neyse, çok şükür ki bu etabı başarıyla geçtim:) Artı 1.
Alınma ama, yalnızca koşarak forma giremezsin. (Liposuction da mı yaptırmam gerekiyor?!) Koşmayıp yürümeyi tercih ettiğim için, Eksi 2.
Ben senin yaşındayken doktora derecemi almıştım bile... (Üzgünüm Leyla, ama hiç böyle bir niyetim yok.) Eksi 1.
Artık çocuk yapman gerek. (Ek yorum: Hani yaş kemale eriyor ya hafiften, ondan diyorum. Sonra üzülme diye.) Şimdilik bu da Eksi 1.


Eğer matematiğim beni yanıltmıyorsa, sonuç Eksi 3 yapıyor. Vay benim halime! Ne çektim beee:)))

Tüm bu dost tavsiyelerinin altında da, masum ve tüm gayesi havadaki sineği takip etmek olan gri bir kedicik sadece "Miyav" diyor...

30 yaşından önce evlenen, koşarak forma giren, doktora yapan / yapmış ve çocuk sahibi olan canım arkadaşlarım sakın alınmasınlar. Hepinizi çok seviyorum. Ama kabul edin, komik değil mi?:)

10 Aralık 2013 Salı

F Klavye Genelgesi

Belki birçok insan bana kızacak ama, F Klayve kullanımını 2017'nin sonuna kadar zorunlu kılan bu genelgeyi okuyunca "eyvah" dedim. Tabii ki bu çok kişisel bir tepki. F klavye ile yalnızca üniversiteyken staj yaptığım sırada tanıştım. Ortaokuldan beri (henüz word bile ortada yokken, yazılarımızı siyah bir ekranda MS-DOS formatında yazıp, aynı anda adını bile unuttuğum siyah disketlere kaydetmeye çalıştığımızda laboratuvarın server'i kilitlenirken) Q klavye kullanıyorum. Belki de İngilizce eğitim aldığımız için böyle olması gayet normaldi. O yıllarda kimsenin aklına bunu sorgulamak gelmezdi. Kuzu kuzu kullanırdık. Üniversitede de her yerde Q klavye vardı. Ardından çalışmaya başladım, birkaç iş değiştirdim ve Q klavyenin demirbaş olduğunu gördüm. 

F klavye kullanmak zorunda kaldığım o staja dönersek... Beynim ve parmaklarım harflerin Q klavyedeki yerine o kadar alışmış ki, ben bir harfe basıyorum, ekranda başka bir harf çıkıyor. Hani bazen klavyenizin dil ayarlarını farkında olmadan değiştirirsiniz ya, onun gibi. Aman Yarabbim, o klavye benim kabusum olmuştu. Neyse ki bir daha F klavyeyle çalışmak zorunda kalmadım.

F klavyenin Türkçe'ye uygun olduğu ve daha hızlı yazıldığı söyleniyor. Doğrudur mutlaka. İyi güzel de, kamu kurumlarında iki dilde iş yapanlar, akademisyenler ne yapacaklar? Her dil için ayrı bir usb klavye mi bulunduracaklar?! Benim için Q klavyede Türkçe yazmanın hiçbir zorluğu yok; ama eminim bir çevirmen olarak F klavyede İngilizce yazmaya kalkarsam çıldırabilirim...

Neyse, bu genelgenin evlerdeki klavyelere karışacağını sanmam. Ama ülkenin gidişatına ve tercihlerimize ne kadar müdahale edildiğine bakılırsa insan ürkmüyor da değil hani...

Merak edenler genelge metnine http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2013/12/20131210-9.htm adresinden ulaşabilirler. 

3 Aralık 2013 Salı

Televizyona Katlanamamak

Bazı gündüz kuşağı programlarının ciddi anlamda zeka geriliğine yol açtığını ve insanın beynini uyuşturduğunu düşünmeye başladım. "Sen de seyretme," diyenler için söyleyeyim, zaten böyle bir işkenceye katlanmam söz konusu değil. Sadece mutfakta yemek yaparken, bulaşık makinesini boşaltırken bir ses olsun niyetiyle açtığım televizyonda duyduklarım bana yetiyor! Allah'ım bunlar ne kadar banal programlar böyle... Melodisi bile olmayan, sözleri ilkokul tekerlemelerine benzeyen şarkıları detone bir sesle söyleyen botokslu şarkıcılar, göbeğini titrete titrete oynayan teyzeler, 150 kiloluk teyzelere yapılan yüz gerdirme maskeleri... Yarabbim sen sabır ver. Ben 10 dk. bile seyretmeye dayanamazken, sunucuları nasıl oluyor da bu programları sunarken saçlarını  başlarını yolmuyorlar?!

Okan Bayülgen kendisi televizyon programcısı olmasına rağmen, televizyonun yerini giderek sosyal medyanın ve kişinin merakına özel videoların alacağını söylemişti. Çok haklı. Artık film kanalları dışında bir şey seyretmeye tahammül edemiyorum zira. Stüdyoda göbek atan teyzeleri gördükçe de, bu ülkede neden okuma oranlarının bir türlü istenen seviyeye ulaşmamasını anlayışla karşılıyorum. Kimseye haksızlık etmek istemem, belki de ön yargılıyım, ama benim tespitim bu. "Seyirci bunu talep ediyor" bahanesinin arkasına sığınıp, bu kadar düşük kaliteli programlar yapılmasını kınıyorum. 

Benim hoşuma giden ideal bir programın nasıl olacağını düşündüm de... Mesela bu gündüz kuşağı kadın programlarında her hafta bir yazar konuk edilse, her gün yeni çıkan bir kitap tanıtılsa, bunun üzerine tartışılsa ne güzel olurdu... Sanırım hayal görüyorum. Geçen hafta gündeme bomba gibi düşen, Kayseri Hayvanat Bahçesi'ne dinozor getirilmesini isteyen vatandaşlarımızı hatırladım da... Ne saçmalıyorum ben?! Bence yaşasalardı, dinozorlar bile halimize gülerdi...


26 Kasım 2013 Salı

Çok Okuyan mı Bilir, Çok Gezen mi?

Anladım ki seyahatlerin gidiş ve dönüş kısımları bana göre değil. Gezmek ve yeni yerler görmek, daha önce bir süre yaşadığınız bir şehri ziyaret etmek, nasıl değiştiğini görmek ve arkadaşlarınızla hasret gidermek kuşkusuz çok güzel. Fakat mümkünse ben gidiş ve dönüşü bir zaman kapsülü içinde yapmak istiyorum. Havaalanlarında, güvenlik kontrollerinde harcanan o vakitlere bazen gerçekten acıyorum. Gözümü açıp kapasam, varmak istediğim yerde olsam ne olur sanki? Bu dileğim İstanbul'da şehir içi yolculuklarında da geçerli. Bir yere yetişme mecburiyetiniz olmadan gezerken bile, trafik sizi gerçek anlamda zorluyor. Metrolar ise ayrı bir olay. Metro büyük bir rahatlık, ancak gri tünellere bakarak yolculuk edince İstanbul'un güzelliklerini de kaçırmış oluyorsunuz. Bir de yüksek gerilim hatları yüzünden midir nedir, yeraltında hep ince bir baş ağrısı eşlik ediyor bana. 

Tamam, şikayet etmiyorum:) Başlıktan da tahmin edeceğiniz gibi amacım bu konuyu bir yere bağlamak. Dönüş yolculuğunda kitap okurken aklıma şu "Çok okuyan değil, çok gezen bilir," deyişi geldi ve katılmadığımı fark ettim. Bunda Sabahattin Ali'nin "Kürk Mantolu Madonna"sını okuyor olmamın da payı olabilir tabii. Çünkü ben de romanın baş kahramanı Raif Bey ile birlikte Berlin'in caddelerinde dolaştım, müzelerini gezdim ve aşık olduğu kadının portesini izledim adeta. Yıllar ve kuşaklar sonra bile, o zaman dilimine ait yaşantılara dışarıdan baktım, tıpkı bir turist gibi. Ama bir farkla: Yüzeysel olarak değil, çok daha derinlemesine.

Diğer yandan, insan gezilerinde birçok tecrübe biriktiriyor, kendi çevresinin ve rahatlık alanının dışına çıkıyor. Belki Sabahattin Ali de Almanya'ya gitmemiş ve orada yaşamamış olsaydı, bu romanı yazamayacaktı. 

Aslında bu iki eylemi karşılaştırmak ikisine de haksızlık belki de. Okuma yalnız yapılan ve insanın hayal gücünü geliştiren bir eylem. Seyahat ise daha paylaşımcı olmanızı ve her an uyanık olmanızı gerektiriyor. Yolculuğunuzu en ince detayına kadar planlamış olsanız da, sizin dışınızda gelişen birçok etkene tabisiniz. Ben  yine de seyahat severlerin sayıca daha fazla olduğunu tahmin ediyorum. 

Fakat ne kadar gezerseniz gezin, gördüklerinizi ve yaşadıklarınızı kendinize hatırlatmak ve başkalarına aktarmak için yazıya ihtiyaç var. Öyle olmasaydı, Evliya Çelebi meşhur Seyahatname'sini kaleme almazdı. O halde sadece gezmek yetmez, yazmak ve okumak da gerekir...

Bu tartışmaya aşağıdaki karikatürle bir nokta koyup, izninizle valizlerimi boşaltmaya gidiyorum:)

 

22 Kasım 2013 Cuma

İstanbul'da Turist Muamelesi Görmek!

Üniversitede 4 güzel yılımı geçirdiğim güzel İstanbul, beni her gelişimde şaşırtmaya devam ediyor. Bu sefer kendimi kendi ülkemde resmen "yabancı" gibi hissettim. Fakat sandığınız gibi İstanbul'un kalabalıklaşması, her yerden her türlü insanın fışkırması yüzünden değil. Beni ve eşimi gerçekten yabancı zannetmeleri yüzünden!

Sultanahmet'te peşimizden koşturarak halı satmaya çalışan ve "Hello lady, hello mister" diye haykıran yağız delikanlıya eşim "Selamın aleyküm koçum!" deyince yüzündeki ifadeyi görmeliydiniz! Abartmıyorum, İstiklal'de yürürken, Kapalı Çarşı'da bir dükkandan içeri girdiğimizde, herkes bizi turist sandı. Hayır sarışın filan da değiliz, sokakta yürüyen tek uzun boylu çift de değiliz. İlk başlarda komik geldi ama sonra yadırgamaya, hatta bozulmaya, alınmaya başladık. Bir de Türkçe cevap verince karşınızdaki insan yıkılıyor resmen! O kadar kendini hazırlamış, cümlesini ezberlemiş... "Biz Türküz" deyince bütün hevesi kaçıyor adamcağızın, resmen içinden "Tüh be!" dediğini görüyorsunuz:)

İşin şakası bir yana, esnafın dediğine göre Gezi olayları yüzünden bu sene yazın gelemeyen turistler şimdi akın etmişler. Adamlar da turistlere nasıl hizmet edeceklerini şaşırmışlar. Biz de bu hengamede arada kaynadık sanırım:) Ancak bu sayede Türkiye'de turist olmanın ne kadar zor olduğunu anlamış oldum. İnsan şöyle bir rahat rahat gezmesi zor. Sürekli peşinizde bir şeyler satmaya çalışan birileri var. Ezberledikleri kalıplar dışında düzgün İngilizce konuşana ise az rastlanıyor... Hatta rehberlerin bile aksanı kulak tırmalayan cinsten. Anlatan kendini parçalayarak bir şeyler anlatıyor, karşıdakinin ise ne anladığı tartışılır. Galiba en iyisi müze ve saraylarda dağıtılan ve eserler hakkında bilgi verilen sistemleri kullanmak... Ben gerçekten turist olsam öyle yapardım:)




20 Kasım 2013 Çarşamba

Bir İstanbul Macerası

Bu satırları İstanbul'dan yazıyorum. Aslında vaktim kısıtlı ve internet bağlantısı da muhteşem sayılmaz. Ama bu yaşadıklarımı sıcağı sıcağına yazmam gerekiyordu. 

Herhalde insana bir günde bu kadar farklı duyguyu ancak İstanbul yaşatabilir. Farklı ülkelerde birçok şehir gördüm ama İstanbul gerçekten bir başka. Hem insanı olanca cazibesiyle kendine çekiyor, hem de bıktırana kadar uğraşıyor. Apartmanın huysuz yaşlısı gibi...

"Hayırdır?" diyeceksiniz haliyle. Hemen konuya gireyim. Bu sefer İstanbul'un kalbinde, Cihangir ve Beyoğlu'na yakın, yürüyüş mesafesinde bir yerde kalmak istedik ve booking.com üzerinden, hakkında şahane yorumlar yapılan Dream Flats İstanbul'da yerimizi ayırttık. Ancak her şey baştan itibaren fazla güzeldi. Fiyat fazla uygundu, normalde ücrete dahil olmayan kahvaltı hizmetini de vermeyi kabul ettiler. Son derece garantici bir insan olmama rağmen bu sefer basiretim bağlandı ve bu durumda hiçbir art niyet aramadım. Ancak otele girerken ana kapıdan değil de, katlanan camların açılan bir kanadından ve perdenin arasından içeri girince bir terslik olduğunu anladım. Ortada resepsiyona benzer bir yer de yoktu. Yalnızca bir masa ve birkaç koltuk... Eşimle birbirimize şüphe içinde bakarken, tam da o sırada Amerikalı bir turist otelden ayrıldı ve "Merak etmeyin, çok iyi bir yer," dedi. Bizim de saflığımız tuttu ve inandık. 

Fakat bu arada otelin görevlisiyle muhabbeti ilerleten eşim, otelin bir ruhsat problemi olduğunu, müşterileri geri çevirmemek için kabul ettiklerini öğrendi. Ben bunu duyunca eyvah dedim, ama artık yerleşmiştik... İlk günümüz sorunsuz geçti. Fakat ikinci günün akşamı otele dönünce, ertesi gün belediyenin oteli boşken şekilde kontrol edeceğini ve çıkmamız gerektiğini söylediler! O sırada nasıl sakin olabildiğime ben de şaşırıyorum. Ancak bu rezilliği yanlarına bırakmamaya kararlıyım. Gerçi sanırım oteli biz içindeyken polis basmadığı için de şanslı sayılırız!!! Şimdi otelin sahibi "beyefendi", bizi yarın fiyat farkı almadan başka bir otele yerleştirecekmiş...

Bakalım yarın sabah bizi nasıl bir sürpriz bekliyor!

Aman ha. Siz siz olun, Dream Flats'de kalayım demeyin. Sonra rüyanız kabusa dönüşmesin...

17 Kasım 2013 Pazar

Kitap Kokusu

Herhalde kitap kokusunu sevmeyen yoktur. Hatta bir kitapçıda muhtemelen lise öğrencisi olacak yaşta olan bir gencin arkadaşına, "Oğlum şu kitapları okumasam da kokusu çok güzel be!" dediğini duymuştum bir seferinde.

E-kitapların giderek yaygınlaşmasıyla, basılı kitaplara ne olacağı ve yayıncılığın şekil değiştireceği artık sık sık konuşulmaya başlandı. Ancak yayıncıların çoğu, e-kitap uygulamasına geçseler bile, basılı kitaplardan vazgeçmediler. E-kitaplar yurtdışında daha yaygın. Ancak genellikle akademik ve bilimsel yayınlarda daha çok tercih ediliyor. Bu açıdan gerçekten çok yararlı olabilir.

Fakat e-kitaplar, bunları görüntüleme programları ve cihazları giderek yaygınlaşırken, basılı kitapseverlerin aklı başka bir konuya takılmış: E-kitap okurken mahrum kalacağımız o mis gibi kitap kokusuna. Ve yaratıcı bir fikir geliştirip, kitap kokusu spreyleri üretmişler:) Ne kadar ilginç değil mi? Hem de birkaç çeşidi de var. 

Basılı kitap kokusunun yerini tutar mı bilemem, bu spreyleri henüz hiçbir yerde görmedim ve koklamadım. Meraklısı belki denemek için bir tane satın alabilir, ama bence kullanım alanı çok sınırlı. Otobüste e-kitap okuyucunuz elinizdeyken çantanızdan spreyi çıkarıp şöyle bir "fıst" yapamayacağınız kesin:) Bunu ancak e-kitabınızı evinizde okurken oda spreyi olarak kullanabilirsiniz. Yine de ilginç bir buluş ve kitap sevgisinin ve hayal gücünün insana neler yaptırabileceğinin güzel bir örneği...


16 Kasım 2013 Cumartesi

"Heşteg" İstilası!

"Ayy kıroya da bak yanlış yazmış," demeyin. Bilerek "heşteg" yazdım, ti'ye almak için. İngilizce birçok kelimenin çarpıtılmış bir biçimde telaffuz edilmesi suretiyle oluşan eğreti bir kelime girdi artık hayatlarımıza. Şu hashtag'ler twitter'den sonra instagramı da ele geçirdi. Offf! Tamam, insan temel bir iki sözcüğe hashtag koyar belki, ama işin suyunu da çıkarmamak lazım... 

Bu hashtag de neyin nesi diyenler olabilir. Vallahi, ben anladığım kadarını anlatayım. Sosyal medyada sizinle aynı ilgi alanlarını paylaşan insanların sizin paylaşımlarınızı bulabilmesi için kullanılan anahtar kelimeler. Buraya kadar her şey güzel. İyi de, insanlar neden # mutluuuuuuu (u harfi sayısına özellikle dikkatinizi çekerim), # yağmurrrr, # cicibici, # kelebekböcek, # ayçokduygulandım, # canımsevgilim, # browniiiiiii, # lol (bu da laughing out loud, yani yüksek sesle gülüyorum demek)  gibi hashtag'lere baksınlar ki! Bir de bitişik yazmıyor musunuz şunları, hele o başındaki sevimsiz # işareti yok mu, olayın bütün esprisi kaçıyor. Yapmayın etmeyin arkadaşlar. İnsan neden elinin değdiği her şeyi çöplüğe çevirmek zorunda?

Bir de #nofilter olayı var ki, o başlı başına bir olay! Bu şu demek, yani ben o kadar güzelim, o kadar mükemmelim ve o kadar kusursuz bir fotoğraf çektim ki, instagram'daki filtre uygulamalarına ihtiyacım yok! Ha onu bil de gel yani!

Eminim böyle yazdığım için kızanlar da olacaktır. Ama nasıl desem? #şiştim, #hislerimihaykırmamgerekiyordu, #anlayınbenianacım 

Hey yarabbim... Neyse, hashtag trafiğinin tam gaz sürdüğü bu Cumartesi akşamı, ben de yazarken eğlenmiş oldum. Son olarak, Justin Timberlake ve Jimmy Fallon'un bu konuyla dalga geçtikleri aşağıdaki video'yu izlemenizi öneririm:)



15 Kasım 2013 Cuma

Hayatımı Sarsan Yıl: 2013


Yakında tüm gazete ve dergilerde, televizyon kanallarında ve sosyal medyada 2013 değerlendirmeleri ve 2014 yılı burç yorumları yer alacak. Zaten Kasım'ın bitmesine az kaldı. Aralık da pat diye geçer gider ve biz her sene olduğu gibi, 2014'ün daha farklı bir yıl olacağına dair bir ümit taşırız içimizde. 

Ben de 2013'e girerken kendime bazı hedefler koymuştum. Ne mutlu ki bana, beni artık mutlu etmeyen işimden ayrılıp, kendime başka bir yol çizdim. Ama 2013 birçok bedeli de beraberinde getirdi. Hiçbir şeyi öyle kolayca bırakmadı kucağıma... Planda olmayan ve beni sarsan durumlar da yaşattı. Mesela eşim 2 kalp kapakçığının değiştiği bir ameliyat geçirmek zorunda kaldı. Teşhis Ocak ayında kondu, durumun acil olduğu söylendi ve sayısını hatırlayamadığım kadar çok doktor gezdikten sonra hepsi aynı şeyi söyleyince, Şubat'ta ameliyat olmasına karar verildi. Ameliyat öncesi ve sonrası birlikte yaşadığımız travmalar, onu hastaneden çıkarana kadar çektiğimiz yürek çarpıntısı, bir yandan hayatın normal seyrinde devam etmek zorunda olması... Artık aynı cümleleri bir robot gibi tekrarlamaya başlamanız. Hastane odaları, tıbbi terimler, ameliyattan sağ çıkma oranları, yoğun bakım günleri, uykusuz geceler... Moral vermeye gelen ziyaretçilerle konuşacak halinizin bile olmaması... Ve tüm bunlar olup biterken, hastanedeyken işyerindeki e-postaları kontrol etmek zorunda olmanız... Kısacası ne siz sorun, ne ben anlatayım. 

Çok şükür ki bu ameliyat faslını başarıyla atlattık. Ardından hayatın ne kadar anlamsız olduğu ve insanın şu kısacık ömründe istemediği hiçbir şeyi uzun süre yapmaması gerektiği artık kafama dank etti. Eşim ameliyat olduktan 1 ay sonra istifamı verdim. Sanırım hayatımda verdiğim en doğru kararlardan biriydi; çünkü geriye dönüp baktığımda içim azıcık bile "cız" etmiyor. Çevirmen olarak çalıştığım için çok mutluyum. Fakat her şeyin olduğu gibi, bunun da bir bedeli var. Uykusuz geceler, peşinizi hiç bırakmayan teslim tarihleri,  arkadaşlarınızın "Bir kahve için de mi vaktin yok?" sitemleri...

Ardından taşındık. Pat diye. Daha önce her şeyi ağırdan alan, ölçüp biçen eşim, "Taşınıyoruz," dedi. Hoppaa.  Galiba o da artık isteklerini ertelememesi gerektiğine karar vermişti. Böylece etti 3. değişiklik! 

Tam her şeyi rayına oturttuk derken, yaz başında sevgili babaannem hastalandı ve Temmuz sonunda bizi bıraktı gitti! Her şey o kadar çabuk oldu ki... Acısı içimize oturdu. Babaannem adımı koyan kişiydi benim... Nur içinde yatsın... Bu da etti 4!

Ardından 7 yaşından beri tanıdığım ve benim için çok değerli olan, benim de onun için değerli olduğumu sandığım bir çocukluk arkadaşım, bababannem ölünce bir telefon bile etmedi! Beşinci tokadı da böylece yemiş oldum. Zorla güzellik olmaz deyip, kendisini gönül defterimden çıkardım... Ama iz bıraktı. İnsanların zaman içinde nasıl değişebildiğine, nasıl bencilleştiğine bir kez daha hayret ettim. Şimdiki arkadaşlarımın da yıllar sonra böyle olmasından korktum. "Niye?" diye sordum, düşündüm... Cevabı yoktu. Her şey olması gerektiği gibi oluyordu...

Anlayacağınız 2013 yılı karışık bir yıl oldu benim için. Hem sevinçlerle hem üzüntülerle dolu, insanı şaşırtan, rüzgarın nereden eseceği belli olmayan, ama esince de önündeki hiçbir şeyin ve kimsenin duramadığı bir yıl oldu. 2013 koştu, biz de arkasından kovaladık. Geçenlerde bir arkadaşım sordu: "Eee çocuk yok mu daha?" Yahu bir durun, el insaf! Biz de insanız. Ben bunları tekrar yazarken bile yoruldum, bir de yaşadığınızı düşünsenize... Kısmetse o da olur, bilmiyorum. 2013 bana bazen hiçbir şeyi planlayamayacağımızı öğretti bana. O yüzden 2014 benim için akış yılı olacak. Tabii ki yine hedeflerim, başarmak istediklerim, dileklerim var. Ama olursa olur, olmazsa olmaz diyorum. Hepsinde vardır bir hayır. 

Umarım şu 2013'teki Satürn ve Merkür sınavlarımı geçmişimdir de, artık ödül zamanı gelmiştir. Artık perde insin ve yeni bir film başlasın. Patlamış mısırlar da sizden olsun:)

12 Kasım 2013 Salı

Çantasını Kıvrık Kolda Taşıyanlar

Biraz uzun bir başlık olduğunun farkındayım, ama başka türlü anlatamazdım. Sanırım aşağıdaki fotoğrafa bakınca "Haa, bu muydu..." diyeceksiniz. 


Çevirmenin ne işi olur çanta taşıma şekliyle? Burası moda blogu mu demeyin. Çantasını bu şekilde taşımayı beceren zarif hanımlara lafım yok. Fakat bazen o kadar komik görüntülerle karşılaşıyorum ki, yazmasaydım şişecektim. Bugün sokakta bu şekilde arz-ı endam eyleyen cici bir kızımız, bavul büyüklüğündeki pazar çantasını böyle taşıma pahasına yanından gelen geçene çarpınca dayanamadım zira. Belki üstüme vazife değil ama, idare ediverin, bugün de canım böyle hafif bir şeyler yazmak istedi:)

Nereden nereye; bu hanım kızlarla okuma alışkanlıkları arasında bir bağlantı kurdum sonra kafamda. Tamamen bana özgü, hiçbir dayanağı olmayan bir tahmin olabilir; ama herhangi bir kitap fuarında çok-satan aşk romanlarının önündeki okurlara bir göz atarsanız, ne demek istediğimi anlarsınız:)

Zülfü Livaneli, "Edebiyat Mutluluktur" adında denemelerden oluşan kitabında çok-satan romanların dilini ve basit kurgusunu eleştirmiş. Sırf halk bunu istiyor gerekçesinin ardına sığınıp, ortaya bir sürü niteliksiz ve birbirinin benzeri kitap çıktığını belirtmiş. Bu romanlardaki betimlemeleri de "Kalbimi attım, sen de tuttun," benzetmesiyle hicvetmiş:) 

Hani bazen bir kitabı elinize alır, sayfalarca okur, sonra "Bunu kimler okuyor acaba?" diye bir hisse kapılırsınız ya... İşte "Kalbimi attım, sen de tuttun" tarzı çok-satanları bu kıvrık kolda çanta taşıyan hanım kızlar okuyor olabilir:)


6 Kasım 2013 Çarşamba

Biraz da Gülelim:)

Zaytung'u zaten çok severim. Bir süredir takip etmiyordum, atlamışım. Kitap fuarı dolayısıyla yayıncılığı ti'ye alan bir kapak hazırlamışlar. Sabah sabah epey güldüm. Hele 52 yıldır Can Yayınları'na aynı kapak tasarımını yutturan grakifer benzetmesi yok mu! Demek ki o beyaz fonlu, yalnızca ortadaki görselin değiştiği kapaklara gönderme yapmış Zaytung ekibi de... Fazla söze gerek yok, kapak zaten her şeyi anlatıyor:)


5 Kasım 2013 Salı

Konuşacak Kimse Var mı?

"Konuşacak kimse bulamadıkları için kaç kişinin yazar olduğuna, bu yüzden kaç kitap yazılmış olduğuna şöyle bir bakarsak, kitapçıların yalnız insanlar için gidilebilecek en iyi yer olduğunu anlarız." 

(Alain de Botton - Felsefenin Tesellisi)


Bu alıntıyı okur okumaz aşık oldum! İster dünyayı dolaşın, ister çok geniş bir eş-dost çevreniz olsun, eğer okumuyorsanız kendi fanusunuzun içinde kalmaya mahkumsunuzdur. Çünkü size normal gelen, bir başkası için tabu olabilir. Bunun tam tersi de geçerli olabilir. Belki de sizin tabularınız, bir başkasının vazgeçilmezidir. 

Bize tanınan ve süresini bilmediğimiz şu ömür denen zaman diliminde, eğer farklı yaşamları merak ediyorsak, hayata bir süreliğine de olsa farklı bir gözden bakmayı istiyorsak, bunun en güzel yolu okumaktır. Çünkü konuşurken dile getirmediği pek çok düşünceyi kağıda döker insan yazarken. Günlük bir sohbet sırasında kitap gibi cümleler kuran insanları antipatik, hatta biraz da komik buluruz. Ama aynı insanın karaladığı birkaç satır yazıyı okursak belki beğeniriz, belki de eleştiririz. İşte yazının böyle bir güzelliği ve dokunulmazlığı var. Belki de insan okurken ön yargılarından sıyrılıyor ve yazan kişinin iç dünyasına daha çok yaklaşabiliyor. 

Okumak aslında sadece bir yalnızlık ve suskunluk eylemi değil. Aksine, insanın zihninin ve ruhunun sınırlarını genişletmek için başvurabileceği en güzel yol. Bu açıdan bakarsanız, aslında okumaktan daha güzel bir sosyalleşme yolu yok. Konuşacak kimse olmadığı için okuyanlar vardır mutlaka. Ancak bence amaç konuşmaları zenginleştirmek için okumak olmalı...

Bir alıntının ilham verdiği bu yazıyı, yine bir alıntıyla bitirmek istiyorum: "Yalnız olmadığımızı fark etmek için okuruz." (C. S. Lewis)



4 Kasım 2013 Pazartesi

Sonbaharda Okumak Başkadır:)

Kasım'da hep aşk başka olacak değil ya! Meğer okumak da bir ayrı güzelmiş...

Malum, İstanbul'da TÜYAP kitap fuarı tam gaz devam ediyor. Basında ve sosyal medyada kitap fuarları ve okuma alışkanlıklarıyla ilgili haberler yer alıyor. Bunlardan biri ilgimi çekti. Türkiye'de okuma oranlarının sonbaharda yükseldiği tespit edilmiş. Bu mevsimde kitap satışları artıyormuş. 

Bu haberi okuyunca kendi okuma alışkanlıklarımı düşündüm. Doğru, ben de sonbaharda daha çok kitap satın alıyorum. Ancak bunun günlerin kısalması ve havanın daha erken kararmasından başka bir nedeni daha var. Yayınevleri, genellikle çıkış kitaplarını sonbaharda piyasaya sürüyorlar. Özellikle de kitap fuarından önce. İkinci bir furya da ilkbaharda yaşanıyor; çünkü yine kitap fuarı var. Zaten aşağıdaki tabloda, ilkbaharda kitap satışlarının yine artış gösterdiği görülüyor. 

Her ne kadar kitap fuarlarının başarısı tartışılsa da, en azından okumayı ve kitapları daha çok gündeme getirdiği için bence çok yararlı. Ben de İzmir kitap fuarını sabırsızlıkla bekliyorum!

Kaynak: Habertürk, 04.11.2013

2 Kasım 2013 Cumartesi

Kitapların Görsellik Karnesi

13 Ekim'de kitap kapaklarının önemi hakkında bir yazı yazmıştım: http://bircevirmeninanilari.blogspot.com/2013/10/kitap-kapaklar-ne-kadar-onemli.html 

Sabit Fikir dergisinin bu ayki sayısını okurken, "Karne" başlıklı bir bölümde piyasadaki kitaplara not verdiklerini gördüm. Onlar not verirken kapak dışında dizgi, yazı büyüklüğü, sayfa kalitesi gibi unsurlara da dikkat etmişler. Her kitap "Baskı, "Kapak Tasarımı" ve "İş Sayfa Tasarımı" adı altında üç kategoride değerlendirilmiş. Kısa ama yapıcı eleştiriler.

Bazı eserlerin eski baskılarını gördükçe düşünmeden edemiyorum. Metinlerini yayınevine kendi el yazısıyla veya daktilo edilmiş olarak teslim eden yazarları... Galiba teknoloji ilerledikçe, görsellik algısı ve beklentiler de değişiyor ve çıta giderek yükseliyor. 

Bahsettiğim değerlendirmeyi merak edenler için, Sabir Fikir dergisinin elektronik ortamdaki bağlantısını paylaşıyorum: http://www.sabitfikir.com/dosyalar/karne-ezilenler-rolativitenin-abcsi-goglis-ne-demek 

1 Kasım 2013 Cuma

Kurumsal Hayat ve Etiketler

Farkında mısınız? Etraf onca yıllık eğitim ve mesleki deneyimin ardından radikal bir kararla hayatını değiştiren insanlarla dolu. Belki de algıda seçicilik nedeniyle onları fark ediyorum. Kurumsal dünyadaki afilli pozisyonlarını bırakıp bir maceraya atılan deliler gözüyle bakıyor toplum onlara. "Geçici bir hevestir, aklı başına gelir," diyorlar. Eminim benim için de böyle düşünenler vardır. Çünkü etiketler önemli onlara göre. Emeklerinizin takdir edilmediği, mutsuz olduğunuz kurumsal çatı altında, falanca biriminin filanca sorumlusu olmak onlara göre pek makbul. 

Bir zamanlar ben de böyle düşünüyordum. Fakat sonra üst üste maruz kaldığım haksızlıklar, insanların ikiyüzlülüğü, etrafa at gözlüğüyle bakmaları ve iktidar hırsları tepemin tasını attırdı. Bir alternatif bulduğumu düşündüğüm anda da, etraftan gelen tüm "yapma, etme" telkinlerine rağmen kararımdan dönmedim. Kurumsal hayata dair özlediğim tek şey bir iki gerçek dost, o kadar. 

İstifa ettiğim gün üniversitedeki bir müdürümüz "Ne yapacaksın peki? Evde Seda Sayan mı seyredeceksin?" diye sormuştu! Düşünce şekline bakar mısınız? Geçen gün de bir arkadaşımız "Artık evde oturduğuna göre..." diye başlayan bir cümle kurdu. Bu yorumları yapanların ikisinin de erkek olduğunu söylememe gerek yok sanırım. Zira erkekler için "evden" yapılan işler iş değil arkadaşlar. İlle kendilerine ait olduğunu sandıkları o çetrefilli dünyaya adım atıp, takımlarınızı giyip, makyajlı süs bebekleri gibi ortalıkta dolanmanızı bekliyorlar. Hatta bir de kemik çerçeveli bir imaj gözlüğü takarsanız ne ala! O zaman ciddi / çekici iş kadını kimliğinizle daha rahat kabul ediyorlar sizi. Ama evden çalışan bir kadını kafalarında bir yere koyamıyorlar bir türlü. 

Aslında erkeklere haksızlık etmemeliyim. İstifa mektubumu okuyan bir kadın yönetici de, "Bu çevirmenlik işi seni tatmin edecek mi?" diye sormuştu. Keşke kendisine tatminle ne kastettiğini sorsaydım. Sanırım sıfırdan bir birim kurmamı sıfır takdir politikasıyla destekleyen yöneticilerimiz, sıfır yetki-tam sorumluluk prensibini benimseyerek ve sektörün çok altındaki maaş artışlarıyla bana mükemmel bir kariyer fırsatı sunduklarını düşünüyorlardı...

"Peki, sonra ne yapacaksın?" Bu da sık sık yöneltilen bir soru. "Size ne?" şeklinde cevap vermeme az kaldı.  Belki ömrümün sonuna kadar çeviri yapacağım, belki yazar olacağım, belki editör, redaktör olacağım... Ama bildiğim bir şey var ki, bundan sonra çalışabileceğim en "kurumsal" yer, en fazla bir yayınevi olabilir.

Durumu çok sevdiğim bir arkadaşımdan alıntı yaptığım bir karikatürle özetlemek istiyorum. Sevgiyle kalın:)




30 Ekim 2013 Çarşamba

Kişisel Gelişim Kitapları "Light" mıdır?

Geçen gün kitaplığımı düzenlerken, aynı tür kitapları yan yana dizip aynı rafta toplarken fark ettim. Üç raf dolusu kişisel gelişim, spiritüel açılım, olumlu düşünce kitabı biriktirmişim. Bazılarını henüz okuyamadım bile. Sonra eskiden bu tür kitaplara burun kıvırdığımı hatırlayıp güldüm kendi kendime. Gerçekten hayatta hiçbir konuda büyük konuşmamak lazım.

Bundan 6-7 sene önceydi. Ben her zamanki gibi bir kitapçıda kendimi kaybetmiş bir şekilde dolanıyordum. Yeni çıkanlar bölümünde "Meleğinizle İletişim Kurun" cinsinde bir kitap gözüme çarptı. Merak edip şöyle bir karıştırdım. Kitapta meleklerle iletişim kurmaktan, onlardan yardım istemekten, destek almaktan bahsediliyordu. "Yok artık, daha neler" diyerek kitabı kapattım ve uzun bir süre bu tür kitapların yüzüne bakmadım. Sonra iş hayatında yaşadığım türlü sorunlar nedeniyle, sırf kendimi iyi hissetmek için bu tarz kitapları alıp okumaya başladım. Sonra da arkası geldi. Meğer büyük bir ön yargının kurbanı olmuşum da haberim yokmuş... 

Piyasaya her gün bu türde onlarca kitap çıkıyordu. Tabii ki hepsi bir değildi. Ancak kendi hayatından örnekler sunanlar, hayatını dönüştürmeyi başaran yazarlar ilgimi çekiyordu. Bir süre olumlu düşünce ve olumlamalarla ilgili kitaplar okuduktan sonra, sıra meleklere geldi. "Ne kaybederim, en fazla gülüp eğlenirim," diyerek aldım Beki İkala Erikli'nin kitabını. Alış o alış! Kitabı bir günde bitirdim ve içinde yer alan tavsiyeleri uygulamaya başladım. Ne oldu dersiniz? İşe yaradı:) Hatta, meleklerle ilgili bir kitap okuması mümkün olmayan, bu konularla zerre kadar ilgilenmeyen ve sıkı bir okur olan çok yakın bir arkadaşıma bile melek kitabı hediye ettim! Dalga geçeceğini düşünürken, o da beğendiğini, hatta sıkıldığı zamanlarda okumak üzere, hangi meleğin neye iyi geldiğine dair bir liste çıkardığını söylemez mi?!

Artık birçok yayınevi, bu tür kitapları "Kişisel Gelişim" serisi adı altında toplamaya başladı. Hatta yalnızca bu türde yayın yapanlar da var. Siz ne düşünüyorsunuz bilmiyorum ama, bu kitapların insanlara iyi geldiği bir gerçek. Yazarları da çoğu zaman bu kitapları kendi içsel yolculuklarında yaşadıklarını paylaşmak için yazmış. Belki de bu yüzden, anlatılanlar gerçek olduğu için bu kadar ilgi çekiyor. "O başardıysa ben de yapabilirim," diyor okuyanlar. Hayatlarını olumlu yönde değiştirecek adımları atma cesareti buluyorlar. Bir nevi terapi işlevi görüyor bu kitaplar. Bu yüzden de, benim kitaplığımda sarsılmaz birer yer edindiler kendilerine...

28 Ekim 2013 Pazartesi

Betimlemenin Dozu

Şüphesiz ki betimleme, yazıda çok önemli bir unsur. Yazarın okuru hikâyenin içine çekmek için kullandığı en önemli koz belki de. Kurgu sağlam da olsa, betimlemelerin zayıf olduğu bir düz yazı sıkıcı olurdu. Ancak  bunun da bir ayarı var. Kaş yaparken göz çıkarmamak, betimleme yapmak uğruna her cümleyi gülünç bir hale sokmamak gerekiyor bence. 

İsim vermeyeceğim, ama şu aralar piyasada çok satan bir romanı okurken, daha doğrusu okumaya çalışırken sık sık durup, "Hayır, yazar bunu yazmış olamaz," diyorum. Çünkü roman "Tren geceyi ağlayarak eziyordu", "Bana bulutlardan pamuk şekeri yapar mısın sevgilim?" ya da "Geçmişin en güzel tarafı geçmiş olmasıdır" gibi betimlemelerle dolu. Gerçekten abartmıyorum. Sosyal medyada bazı okurların "Ağlayarak okudum," yorumlarını gördükçe, kendimde bir terslik olduğunu düşünmeye başladım... İnanın bana, piyasadaki bütün çeviri romanlar, Türkçe yazılmış olan bu romandan daha akıcı!

Lisedeyken çok sevdiğim bir İngilizce öğretmenim "Show, don't tell" derdi. Yani yazarken kuru bir anlatım tarzı seçmek yerine, okuyanı kendini o hikâyenin  bir parçası gibi hissetmesi için mümkün olduğunca etkili bir anlatım tarzı benimsemek gerektiğini vurgulamaya çalışırdı. Aslında kurgu ve betimleme, usta bir şekilde yapıldığı sürece, yazı absürd öğeler de taşısa bile, o metni bir klasik haline getirebiliyor. Tıpkı Franz Kafka'nın "Dönüşüm" adlı uzun öyküsünde, bir sabah böcek olarak uyanan Gregor Samsa karakterinin yaşamı gibi... Kafka bu kadar gerçek dışı bir hayali bile o kadar ustaca anlatmış ki, insan "Yok artık, bu kadar da olmaz," demeden okuyabiliyor metni. Okumakla kalmıyor, kendine ve yaşamına yabancılaşan bu adamın trajedisine de tanık oluyor. Yani betimlemelerin bir işlevi, üstlendikleri bir görev var. 

Ancak şu aralar okuduğum bu "çok satan" romandaki betimlemeler, ne yazık ki kalıp kısa mesaj şablonlarından derlenmiş manilere benziyor. "Trenin ağlayarak geceyi ezdiği" bu serüvene bakalım ne kadar dayanabileceğim?



25 Ekim 2013 Cuma

İyi Çeviri, Kötü Çeviri

Bu aralar eleştirmenler veya okurlar tarafından "kötü çeviri" olarak nitelendirilen çalışmaları araştırmaya ve incelemeye başladım. Benim babası Mitch Winehouse tarafından kaleme alınan Kızım Amy'i çevirdiğim dönemde, Amy hakkında bir kitap daha çıktı piyasaya. Bakın Radikal Kitap'tan Burak Kuru 31 Temmuz 2013 tarihli yazısında ne demiş:

"Burada bir parantez: Bahsettiğim kitap Amy’nin babasının yazdığı, yoksa Mick O’Shea’nin Daily Mirror haberlerinden derlediği, kötü çeviri eseri Hükmen Mağlup’un adını bile anmak istemem, yanlış olmasın..."

Bunu okuyunca içime su serpildi. Hükmen Mağlup, Kızım Amy ile yan yana duruyordu rafta. Haliyle merak edip şöyle bir karıştırdım. Amy hakkında basında yer alan haberlerin bir derlemesiydi. Daha çok görseller ön plandaydı. Yine de Burak Kuru'nun bu kitap hakkında kötü çeviri yorumu yapması içimi burktu... Sonuçta ortada bir emek var. Ama dürüst olmam gerekirse, kendi adıma da sevindim...

Çeviri eserler hakkında yapılan yorumlar gerçekten çok önemli. Bazen yayınevinin kitabı başka bir çevirmene verip tekrar yayınlamasına kadar gidebiliyor zira...

23 Ekim 2013 Çarşamba

Kadere İnanır mısınız?

Çevirmen olmaya karar vermeden önce, üniversitede çalışırken çok sevdiğim, birlikte güzel ve uyumlu bir şekilde çalıştığımız bir hocamız vardı. Bir süre önce kendisi beni arayıp hatırımı sordu. Bana hep neden doktora yapmadığımı sorardı hocamız. Ben de samimi bir şekilde anlatmıştım. Ben uluslararası ilişkiler mezunuyum. Üzerine Avrupa Birliği yüksek lisansı yaptım ve birincilikle mezun oldum. Amacım kendimi övmek değil. Beni tanıyanlar övünmeyi sevmediğimi bilirler zaten. Ancak buna rağmen, İzmir'in meşhur bir devlet üniversitesinin bölüm başkanı, beni doktora programına kabul etmeyip, kendi öğrencilerini veya ailesini, eşini-dostunu tanıdığı öğrencileri aldı. Bu ismi lazım olmayan hocamızın doktora mülakatında bana sorduğu ilk soru "İngilizce biliyor musun?" oldu. Oysa önündeki özgeçmişe baksaydı, eğitim hayatı boyunca İngilizce dilinde eğitim alan, işinde de sürekli İngilizce kullanan bir aday olduğumu görecekti. İkinci sorusu, "Ahmedinejad kimdir?" oldu! Yanlış mı gelmiştim acaba? Bilgi yarışmasında mıydım?:) Belli ki cevabı bilmeyeceğimi sanmıştı hocamız. Üçüncü soru ise, tez danışmanımın neden doçent veya profesör değil de, yardımcı doçent olduğuydu! Artık programa kabul edilmeyeceğimi, hocamızın usulen birkaç soru sorma zahmetini gösterdiğini anlamıştım...

O zaman çok üzüldüm tabii. Ama hayat devam ediyordu. İki ayrı üniversitenin idari kadrosunda toplam 9 sene çalıştım. Çok güzel tecrübeler ve arkadaşlıklar edindim; ancak bir o kadar da yıprandım bu fazlasıyla hiyerarşik, mobbing'in kol gezdiği ortamlarda... Sonunda artık yeter dedim ve kendime yeni bir yol çizmeye karar verdim. Çok da iyi yaptım. Fakat geçen gün birlikte çalıştığımız hocamız arayıp "Güneş Hn, doktorayı tekrar düşünün," deyince, bir araştırma yaptım. Ancak artık devam etmek istediğim alan Uluslararası İlişkiler veya Avrupa Birliği değil, Karşılaştırmalı Edebiyat. Bölüm başkanına bir e-posta gönderdim. Kendisi yanıtlama inceliğini göstermiş ve şöyle yazmış: 

"Programa sizin eğitim alanlarınızdan öğrenci kabul etmiyoruz ne yazık ki.
İlginize teşekkürler.
Başarılar..."

Bunu okuyunca artık iyice anladım. Kaderimde doktora yapmak yok benim. Halbuki lisans, yüksek lisans ve doktorada farklı alanlar seçenler olduğunu biliyorum. Ama bu yol benim için kapalı. Bunda da vardır bir hayır:) Akademisyenlik çok kutsal bir meslek bence. Fakat yüksek lisans yaparken, kendi zevkim için kitap okumayı özlediğimi hatırladım da... Sanırım doğru yoldayım ben. İyi ki yaşamışım bu tecrübeleri yine de. O zaman bu kadar emin olamazdım. Ne kadar ironik değil mi? Bana "İngilizce biliyor musun?" diye soran hocamız, şimdi hayatımı İngilizce'den kazandığımı öğrense, acaba ne düşünürdü?:)

"Ne Zaman Basılıyor?"

Bu soru çok sık soruluyor bana. Kitap çevirmenliğine başladığımdan beri, 5 tane kitap çevirip teslim ettim, şu an altıncısı üzerinde çalışıyorum. Bunlardan yalnızca biri basıldı henüz. Çevirmen metni yayınevine teslim ettikten sonra iş bitmiyor, hatta yeni başlıyor. Redaktör ve editörün okumaları, sayfa düzeni, kapak tasarımı... Bunların süresi kitabın uzunluğuna ve yayınevindeki çalışan sayısına göre değişebiliyor. Bazen de çevirdiğiniz bir eseri basmama kararı alabiliyorlar. Bunun birçok nedeni olabilir. Ancak ben eğer almam gereken ödememi aldıysam ve yayınevinden herhangi bir olumsuz geri bildirim veya düzeltme gelmediyse (Çok şükür bugüne kadar gelmedi), nedenini çok da kurcalamıyorum. 

Fakat, bu eşe dosta dert oluyor:) "Bitti mi, ne zaman bitecek, basıldı mı, neden basılmadı, ne zaman basılacak?" Cevap: Bilmiyorum. Çevirmenin görevi, metni teslim ettikten sonra bitiyor zira. O kitabın yazarı gibi editörle masanın başına oturup, "Hmm, acaba ne zaman yayınlasak bunu?" diyemiyor çevirmenler. Ancak kitap belirli bir tarihte piyasaya çıkarılmak istenirse eser basıldığında kesin bir tarih veriliyor çevirmene. (Örneğin çevirdiğim Kızım Amy, Winehouse'un ölüm yıldönümünde piyasaya çıkmıştı.) Bunun dışında çevirdiğiniz kitabı rafta görmek için  herkes gibi bekliyorsunuz...

Kitap çevirmenleri eser basıldığında bir şekilde görünür olabiliyorlar. Ya teknik çevirmenler, yeminli tercümanlar ne yapsın? Kimse "Acaba bu kullanım kılavuzunu kimin çevirdi?" diye düşünmez sanırım. Veya son derece önemli bir tıp kongresinde, küçücük bir kabinde canla başla çalışan mütercim tercümanı görmez, merak etmez. 

Bu yüzden, ben kitap çevirmeni olmaktan memnunum. Çevirdiklerimi hemen raflarda göremesem de, en azından bir iş günümü hikayeler okuyarak geçiriyorum. Eh, daha ne olsun?:)

21 Ekim 2013 Pazartesi

Maskeler

Çoğu zaman olduğu gibi, yine birkaç kitabı aynı anda okuyorum bu aralar. Günün farklı saatlerinde ve değişen ruh halime göre seçiyorum okuyacağım kitabı. Bir nefes alıp mola vermek istediğimde, Yelda Cumalıoğlu'nun "Aşkolsun" adlı kitabını okuyorum. Altını çize çize, sindire sindire. 

Kitapta beni en çok etkileyen cümlelerden biri şu oldu: "İnsana ağır gelen hayatın kendisi değil, bu hayat içinde sorumlulukla taşıdığı maskeleridir." Ne kadar doğru bir tespit... Aslında her daim kendimiz olabilsek, hiçbir sansür olmadan davranıp konuşabilsek, belki de bizi boğan ortamlar artık bu anlamı taşımaz bizim için.

Ne var ki toplum, herkesin birden çok maskesinin olmasını şart koşuyor. Özellikle de kadınların. Bir maskeden sıyrılıp, diğerini ustaca yüzüne geçirebilmesi, hatta bazen birkaç maskeyi üst üste takması bekleniyor bireylerin. Hani bazen iş ortamında pek de sevilmeyen biri için şöyle dendiğini duyarsınız: "Aa, sen onu bir de dışarıda göreceksin. Nasıl şeker, nasıl pamuk gibi bir insan!" Fakat dışarıda "pamuk" gibi olduğu iddia edilen bu kişi, iş ortamında nedense bir kaktüs gibi dikenlerini saplar sağa sola. Maskeler benzetmesini okuyunca, kafamda bu bulmaca tamamlanmış oldu. Öyle ya... Bazı insanlar gerçek yüzlerini göstermeye korkarlar. Daha güçlü, sarsılmaz görünmek isterler etrafa karşı.

Ben toplumun benimsediği, hiç konuşulmasa da varlığı bilinen sosyal kuralların dayattığı maskeleri uzun süre tutamıyorum yüzümde. Biriyle sırf çıkarım için arkadaş olamıyorum örneğin. Sırf başkaları memnun olsun diye bir şeyler yapmayı reddediyorum. Bu açıdan biraz bencil bile sayılabilirim. Mecburen taktığım maskenin gerektirdiği rolde uzun süre kalıp doz aşımı yaşadığımda, hemen kulis arkasına koşup çıkarmak istiyorum maskemi. Biraz nefes alabilmek, özgür kalabilmek için.

Gerçi kendi istediğimizle taktığımız, taşımaya gönüllü olduğumuz maskeler de var. Birinin eşi, çocuğu, arkadaşı, annesi-babası, öğretmeni, iş arkadaşı olmak... Hepsi birtakım sorumluluklar yüklüyor insana. Sanırım gönüllü olarak taktığımız bu maskelerin tek motivasyon kaynağı "sevgi". Eğer bu maskeleri severek takıyorsak, bu bize bir yük gibi gelmiyorsa, ne ala. Zaten sevmeden takılan maskelerin bir süre sonra ya boyaları akmaya başlıyor, ya da dibi tutan bir yemek gibi yapışıyorlar insanın suratına, çıkmak istemezcesine. İnsan gerçekten kim olduğunu, bu role niye soyunduğunu unutacak noktaya geliyor o zaman...

Kendi isteğimizle taktığımız maskeleri mutlulukla taşımamız dileğiyle...

20 Ekim 2013 Pazar

Bir Kitap Cafe'nin Hissettirdikleri

İşte yine başlıyor. Ayaklarım, ben ne olduğunu anlamadan yine o şirin kitap cafe'ye götürüyor beni. Bir süredir kendimi en huzurlu hissettiğim yer burası. Fırından çıkan taze kekin ve dumanı tüten kahvenin kokusu kitapların kokusuna karışıyor. Bu baş döndüren aroma, çocukluğumu hatırlatıyor bana. Masumiyeti, umudu hatırlatıyor. Bu acımasız dünyada, bir süreliğine bile olsa bir sığınak bulabileceğini gösterircesine insana.

Çocukken olaylara ve günlere renkler verirdim kafamda. Eğlenceli günler pembeydi. Okul günleriyse ilk başlarda koyu griydi. Alışınca ve arkadaşlarımı sevince sarı, mavi ve yeşil oldu sırasıyla. En sonunda da kırmızı.

Bu kitap cafe ise benim için gizemli bir mor. Bazen bej ve kahvenin tonlarıyla dans eden, yarı hüzünlü, ama hep umut dolu, canlı bir yer. Dinamik değil belki, ama nefes alıyor. O da içindeki kitaplarla, değişen ziyaretçileriyle birlikte değişiyor. 

Burası hem şimdiki anın tüm gerçekliğiyle yaşandığı, hem geçmişin türlü tortularının kitapların sayfalarından taşarak havayı doldurduğu, hem de geleceğin ipuçlarını, tohumlarını taşıyan bir zaman odası gibi. Bir insan gibi, onun da ruh hali dalgalı. İçinde bulunan insanların enerjileriyle var oluyor adeta.

Fonda Rachmaninov çalıyor. Bu rüyadan hiç uyanmak istemiyorum. Belki de bu yüzden sürekli yeni kitaplar alıyorum, aldıklarımı okuyup bitirmeden. Zamanla yarışır gibi, sürekli yeni dünyalar keşfetmek istiyorum. Ne demiş Yunus Emre? "Hiçbir gemi, bizi bir kitap kadar uzağa götüremez." Çünkü yazarların ve okurların hayal güçlerinin sınırları yoktur...

19 Ekim 2013 Cumartesi

Klavyenin En Sevdiğim Tuşları

Kim derdi ki sol elimin küçük ve orta parmaklarının çalışırken bu kadar önemli bir görev üstleneceklerini? Eğer siz de benim gibi Q klavye kullanıyorsanız ve kısayol tuşlarını kullanmayı seviyorsanız, sık sık yazdıklarınızı kaydetmek için Ctrl S tuşlarına basıyor olabilirsiniz. Benim için bu artık neredeyse bir refleks haline geldi ve fareyi kullanarak "kaydet" butonuna basmaz oldum. 

Geçen gün Russell Crowe'un muhteşem bir performans sergilediği Cinderella Man filmini seyrederken, boks maçının sonuçlarını daktilolarla rapor etmeye çalışan muhabirleri görünce, bu devirde yaşadığımız için ne kadar şanslı olduğumuzu düşündüm. Belki daktilo kullanan kuşaklar, sürekli yazdıklarının uçup gideceği endişesiyle her cümlenin ardından birkaç tuşa basmak zorunda kalmıyorlardı; fakat tek bir yanlış harfe bile bassalar, emekleri boşa gidiyordu. 

Birkaç yıl önce, daha nostaljik geldiği ve kendilerine ilham verdiği için yazılarını hala elektrikli daktilo kullanarak yazanlar olduğunu okumuştum. Doğrusu ben teknolojinin nimetlerini sonuna kadar kullanmamız gerektiğini düşünenlerdenim. Hatta klavye, benim için bazen el yazısından bile daha kullanışlı. Çünkü daha hızlı ve yazdıklarımı bilgisayara aktarmak gibi ikinci bir iş yapmama gerek kalmıyor. 

Zaten blogların da sanal günlükler olduğunu düşünüyorum. Birçok kez günlük tutmaya başlamış, fakat sonra vazgeçmiş biri olmama rağmen, blog yazmak çok hoşuma gidiyor. Belki de yazdıklarımı paylaşabildiğim içindir...

Belki de birkaç yıl sonra, sesimizi yazıya döken programlar daha da geliştirilecek ve yazarlar kitaplarını konuşarak yazacaklar... Yazarların arkası tüylü kalemlerle yazdıkları günlerden beri epey aşama kaydedildi:) Kullanılan yöntem ne olursa olsun, yazı hep var olacak. Çünkü Deepak Chopra'nın da dediği gibi, "Language Creates Reality", yani "Dil Gerçekliği Yaratır." Bu gerçekliği başkalarına ulaştırmanın en etkili ve kalıcı yolu da yazmaktır...

18 Ekim 2013 Cuma

Ödüllü Çevirmenler

Metis Yayınevi ve Bilgi Üniversitesi işbirliğiyle bir çeviri atölyesi düzenlenecekmiş. Konuşmacılardan biri de, Türkçe'den İngilizce'ye çeviriler yapan ödüllü çevirmen ve karşılaştırmalı edebiyat profesörü Aron Aji. 

İnsanın çevirisiyle ödül alması ne kadar gurur veren bir başarıdır kimbilir... Düşünmeden edemedim. Aji, ödülü Amerika'da almış. Acaba ödülü kendisine layık gören jüri üyelerinin içinde Türkçe bilen var mıydı? Bilge Karasu'nun "Göçmüş Kediler Bahçesi" öykü kitabını Türkçe okuyabildiler mi? Yoksa yalnızca Aji'nin İngilizce çeviri metnini mi okudular? Bu konuda biraz araştırma yaptım ancak herhangi bir sonuca ulaşamadım. 

"Amma da ukalasın," diye düşünebilirsiniz. Ancak bence bir çevirmene ödül verilirken, jüride hem kaynak hem de hedef dili bilen yetkin kişilerin bulunması gerekiyor. Madem çevirmenler orijinal metni başka bir dile aktarırken çok önemli bir görev üstleniyorlar ve kendi hünerlerini sergilemek yerine orijinal metne sadık kalmaları bekleniyor, o halde çeviri ödülleri dağıtılırken de buna dikkat edilmeli. Aksi halde, kendi içinde son derece tutarlı ve akıcı, ancak orijinaline pek de sadık olmayan bir çeviri metin nasıl ayırt edilir ki diğerlerinden? 

Çok sayıda çeviri kitabın okunduğu ülkemizde, herkes çevirilerin kalitesizliğinden dem vuruyor. Hem eleştirmenler, hem de okurlar. Ancak kimsenin aklına kaliteyi arttırmak için yapıcı öneriler sunmak gelmiyor. Türkiye'deki çevirmenlerin çeşitli yarışmalarla, ödüllerle teşvik edilmesi gerekiyor. Çeviri atölyesi gibi etkinliklerin yalnızca İstanbul'da değil, çeviri veya filoloji bölümlerinin bulunduğu tüm üniversitelerde yaygınlaşması gerekiyor. Çevirmenlerin referans alabilecekleri iyi örnekler çoğaldıkça, bu da çeviri metinlerin kalitesini arttıracaktır.

15 Ekim 2013 Salı

Tek Çocuk Olmak

Bayram günü için ilginç bir başlık seçmiş olabilirim. Bana bu ilhamı verense, Elif Şafak'ın denemelerinin yer aldığı Şemspare adlı kitabındaki "Yalnızların Gücü" başlıklı yazısı. Yazının beğendiğim kısımlarını aynen aktarıyorum:

"...başta Harvard Üniversitesi olmak üzere, şu anda yürütülen bilimsel araştırmaların yayınlanan sonuçlarına atıfta bulunularak şöyle bir sav geliştiriliyor: Yalnız çocukların, tek başına kalabilen gençlerin ve genelde yalnız olan insanların empati gücü, sürekli sosyalleşenlere oranla daha yüksek çıkıyor."

"Bir başka ifadeyle, durmadan grup psikolojisiyle hareket eden, kendini bir kolektivitenin parçası olarak gören ve bunun dışında bağımsız bir kimlik kuramayan insanlar, hangi kesimden olursa olsunlar, ara ara yalnız kalan insanlara kıyasla empati kurmakta, başkasına tolerans göstermekte ve farklılıklara anlayış ve şefkatle bakabilmekte daha geride kalıyorlar."

Bu satırları altını çizerek okudum. Belki de tek çocuk olduğum için, hayatım boyunca sağlam dostluklar kurmuş olmayı başarsam da, kendi kendimi oyalamayı bildiğimden tanıdık geldi bu tarif bana. Arada bir kabuğuma çekilip kendimi dinleme ihtiyacımın da buradan kaynaklanabileceğini düşündüm. İnsan kendini oyalamayı öğrenirken, ister istemez her şeyden önce birey olması gerektiğini fark ediyor. Çevresini ve farklı hayatları daha çok gözlemlemeye başlıyor. Yazarların da yalnız kalmayı başarabilenler arasından çıkması tesadüf olmasa gerek...

Kabul edilme ihtiyacı ve aidiyet duygusu kuşkusuz insanın en büyük ihtiyaçlarından. Ancak hayatta her şeyin bir dengesi olması gerektiği gibi, sosyalleşmenin de dozunu iyi ayarlamak gerek. Özellikle sorgulamanın yasak olduğu, üyelerinin koşulsuz biçimde bağlı olması beklenen kurallardan ibaret olan gruplar, suni ortamlar, ölçülüp biçilen tavırlar bende bir nevi alerjik reaksiyon yaratıyor. Bence insan önce birey olmayı başaramadığı sürece, içinde bulunduğu gruba da bir şey katamaz. Yalnızca kendine benzeyen insanlarla birlikte olduğu için kendini güvende hisseder. Ama bu yapay bir güven hissidir. 

Bu yazdıklarımdan bir münzevi olduğum sonucu çıkmaz umarım. Aksine, bugün bayram dolayısıyla aileyle geçirilen kaliteli zamanlardan sonra aklıma geldi bu yazıyı yazmak. Kendini karşısındakinin yerine koyabilen, baskı uygulamayan, değiştirmeye çalışmayan bireylerden oluşan aileler, daha mutlu, huzurlu ve üretken bireylere sahip oluyor.

Bir de, "Tek çocuklar şımarık ve bencildir," ön yargısını çok güzel çürüttüğü için hoşuma gitti yalnızların empati yeteneklerinin daha gelişmiş olduğu savı. Yalnız kalmak, insanın kendini dinlemesi, içe dönmesi, hayatı sorgulaması, bir şeyler yaratmak isteyenler için çok yararlı aslında. Elif Şafak'ın da dediği gibi, "insan yalnızlığından çok şey üretebilen bir varlık" ve "sanat, felsefe, edebiyat, düşünce, derinlik hep o yalnızlıklardan çıkıyor. Kendimizle baş başa kalabildiğimiz ender anlardan."

14 Ekim 2013 Pazartesi

Vampir Romanları...

Sizce insanın okuması kadar ne okuduğu da önemli mi? Ben kolay kolay kitap ayırt etmem. Fakat kendimi bir türlü piyasayı kasıp kavuran, filmleri çevrilen vampir romanlarını sevmeye zorlayamıyorum. Normal bir aşk hikayesi vampirler, kurt adamlar-kadınlar arasında yaşanınca nedense daha bir cazip oluyor. Ruhunu şeytana satmış olan canavarlar genelde bir insana aşık olup, onun kendini kurtarmasını bekliyorlar. Ben de "İmdaaattt!" diyerek kitabın kapağını kapatıyorum o an!

Eskiden bir kitabı yarım bırakmayı sevmezdim ve ne olursa olsun bitirmeye çalışırdım. Fakat zaman çok değerli ve artık bana bir şey katmadığını inandığım şeyler okuyarak zamanımı boşa harcamak istemiyorum. Editörüm bana ne tür kitaplar çevirmeyi tercih ettiğimi sorduğunda, "Genelde fantastik türleri pek tercih etmiyorum," demiştim kibarca. Şimdiye kadar da böyle bir iş gelmedi önüme. Bakalım zaman ne gösterecek...

Her kitabın bir alıcısının olduğu bu piyasada, vampirler, cennetten kovulmuş melekler, iblisler, kurt adamlar ve zombiler daha uzunca bir süre aramızda olacaklar gibi görünüyor...

13 Ekim 2013 Pazar

Kitap Kapakları Ne Kadar Önemli?

Lisedeyken, Amerika'lı İngilizce öğretmenimiz "Don't judge a book by its cover," demişti. Yani bir kitabı kapağına göre değerlendirmememizi salık vermişti. Bu lafı çok sevmiştim o zaman. Günümüzde piyasaya çıkan kitapların kapaklarının ne kadar özenle tasarlandığını gözlemledikçe de aklıma takıldı. Çünkü artık görsellik çok önemli. Tabii ki bir kitabın esas değerini içeriği belirler. Ancak konuya uygun ve usta bir şekilde tasarlanmış bir kapak, okuyucunun dikkatini çekip birçok kitabın arasından sıyrılmasını sağlayabilir. Bunun özellikle genç okurlar için geçerli olduğunu düşünüyorum. Çocuklara ve gençlere yönelik kitaplarda kapak tasarımı ve kitabın içindeki görsellerin önemi büyük. 

Tabii yayımladıkları kitaplara sade tasarımları uygun gören yayınevleri de var. Can Yayınları bunlardan biri. Genellikle beyaz zemin üzerinde tek bir görselin kullanıldığı kapaklar, hep bu yayınevini çağrıştırır insana. Ancak Can Yayınları bile, bu geleneği yavaş yavaş bozarak farklı ve daha renkli kapak tasarımlarına yönelmeye başladı. Hatta kitapların boyutlarını da değiştirmeye ve büyütmeye başladılar. Demek ki, içerik kadar görsellik algısı da önemli. Elif Şafak'ın "Aşk" adlı romanı, erkek okuyucuların pembe kapağı nedeniyle toplum içinde okumaya çekindikleri serzenişi yüzünden, bir de gri kapak seçeneğiyle piyasaya sunulmuştu...

Kitabın kapağı, baskı kalitesi, yazıların büyüklüğü gibi faktörlerin hepsi bence insanın okuma zevkini etkiliyor. Mesela ben cep boyu kitapları okumaktan pek fazla keyif almıyorum. Keşke yurtdışında daha yaygın olan "hard cover", yani ciltli kitaplar Türkiye'de de basılsa. Genelde maliyetin artmaması için yayınevleri ciltli kitaplar basmayı pek fazla tercih etmiyorlar. Fakat bu, kitabın dayanıklılığını arttıran ve ömrünü büyük ölçüde uzatan bir unsur. 

Bence kapak önemlidir. Kapak tasarımı da içeriğe yapılan bir göndermedir, tasarımcının yorumudur ve ardında bir emek gizlidir. Ben bu yüzden bir kitabı elime aldığımda bir çok insanın es geçtiği "emeği geçenler" sayfasına bakarım. Tasarımcının bir kitabın içeriğini tek bir sayfada okura en çarpıcı şekilde yansıtmanın yolunu bulması gerekir. Neyse ki artık kitap kapakları giderek daha çok önemseniyor, hatta bu uğurda yarışmalar bile düzenleniyor. Çoğunlukla gizli kahramanlar olan kapak tasarımcılarına da haklarını teslim etmemiz gerekiyor...

12 Ekim 2013 Cumartesi

İnternet Olmasaydı...

Bugün eleştirmen Semih Gümüş'ün "Edebiyat ve Yeni Zamanların Kültürü" adlı kitabını aldım. İçindekiler kısmında, çevirmenlerle ilgili bir bölüm olduğunu gördüm. Haliyle ilgimi çekti ve okumaya buradan başladım. Semih Gümüş haklı olarak niteliksiz çevirilerin eserlerin değerini azalttığına dikkat çekmiş. Çeviri bir metnin kaliteli olması bir çok faktöre bağlı. Çevirmenin hem kaynak hem de hedef dile hakim olması gerekiyor. Ancak tüketim toplumları artık kitapları da çabuk tüketir oldu. Özellikle çok sayıda çeviri eserin yayımlandığı Türkiye'de, bir ayda çok sayıda kitap basılıyor. Her dışarı çıktığımda mutlaka bir kitapçıya uğruyorum ve her seferinde yeni kitaplarla karşılaşıyorum. Bu sevindirici bir gelişme aslında. Fakat hızın bir dezavantajı da, hata payını arttırması. 

Bu yazdıklarımın başlıkla ne ilgili olduğunu merak etmiş olabilirsiniz:) Hemen açıklayayım. Bazı yayınevleri, çevirmenlerine süre konusunda baskı uygulayabiliyorlar. Hal böyle olunca, işin kalitesinin düşmesi kaçınılmaz. Çevirmenler bazen hiçbir sözlükte yer almayan argo bir terim veya yöresel bir yemek adıyla karşılaşıp, bunu araştırmak durumunda kalıyorlar.

Düşündüm de, internet olmasaydı, bu araştırmalar bu kadar hızlı yapılamazdı. Çevirmenin belki de tek bir sözcüğü araştırmak için birkaç kaynaktan yararlanması gerekirdi. İnternet çevirmenler için temkinli kullanılması ve her kaynağa itibar edilmemesi gereken, ama aynı zamanda da hayat kurtaran bir derya. Bilginin bu kadar ulaşılabilir olması, hızı da beraberinde getirdi. Artık kimsenin uzun süre beklemeye tahammülü yok. Ancak çevirmenler her ne kadar zamanla yarışsalar da, hız tuzağına düşmeyip, kaliteden ödün vermemeliler. İnterneti ise çok dikkatli kullanmak, bir terimin veya kavramın karşılığını farklı kaynaklara bakarak karşılaştırmak gerekiyor. Neyse ki güvenilir, çok kaliteli internet sözlükleri ve kaynakları da var. Ben internet olmadan çeviri yaptığımı düşünemiyorum. Çünkü bilgisayar ekranından koparak bir terimi normal sözlükte aramakla, ekranın köşesinde küçülttüğünüz sekmeden aramak bence çok farklı şeyler. Ben kova burcu bir teknoloji insanı olarak, işimi kolaylaştırdığı için interneti çok seviyorum:) 

11 Ekim 2013 Cuma

Tarafsız Yazı Diye Bir Şey Var mı?

"Romancı asla tarafsız olamaz çünkü anlatmak istediği konuyu seçtiği an tarafsızlığını kaybetmiştir," demiş Jean Paul Sartre. Bu söze Mario Levi'nin yeni romanı "Size Pandispanya Yaptım"ı anlattığı bir röportajda rastladım ve çok hoşuma gitti. 

Tarafsız olması gereken yazılar vardır elbet. En başta basının tarafsız olmasını bekleriz. Yorum katılmamış haberler okumak ister, gerçekleri bilmeye hakkımız olduğunu düşünürüz. Ancak basının bile tamamen tarafsız olması zordur. İnsanoğlu doğası gereği, hep bir "yöne" doğru meyillidir. 

Ama roman denen yazım türünün tarafsız olma gibi bir yükümlülüğü veya derdi yoktur. Alabildiğine özgürdür romancı. Eğer otobiyografik bir roman yazmıyorsa, yazının sınırlarını hayal gücü, gözlem yeteneği ve birikimi belirler. İster istemez dünyaya kendi filtresinin ardından bakar bir roman yazarı. Kullanmak istediği karakterleri, mekanları, olayları seçerken özgürdür. Romancı, kafasında yarattığı kurgunun başkalarıyla paylaşmaya değdiğine inandığı için yazar zaten. 

Belki de bu yüzden romanlar her daim, yazıldıktan yıllar sonra bile okunabilirler. Hiçbir zaman modaları geçmez. Hepsinin kendine has bir okuyucu kitlesi vardır. Gerçek dünyadan kaçmak için neden türlü bağımlılıklar geliştirir insanlar hiç anlamam. Roman okumak varken...


Deli misin sen? Nasıl çevireceksin sayfalarca şeyi sıkılmadan?

Üniversitedeki işimden istifa ederek tam zamanlı çevirmen olmaya karar verdiğimde bir arkadaşım böyle demişti bana. Belki de haklıydı kendince. Çeviri pek çok insan için "sıkıcı" bir iş. Bir yabancı dile ve kendi dilinize hakim olmanın yanı sıra, bol miktarda sabır, konsantrasyon ve öz disiplin gerektiriyor. Herkes "Aman noolcak, ver bana bi sözlük, ben de yaparım çeviri," diye düşünür, ama işin aslı öyle değildir. Çeviri yaparken bol miktarda araştırma da yapmak zorunda kalırsınız. Daha önce duymadığınız kavramlar, yemek isimleri, kültürel alışkanlıklar ve terimlerle karşılaşır, bunların ne olduğunu anladıktan sonra kendi dilinize anlamlı bir şekilde aktarmaya çalışırsınız. Evet bu zor bir iş; ama benim için bir o kadar da zevkli. İsterseniz bana Polyanna diyebilirsiniz, kızmam:) Zaten bu sevmeden yapılacak bir iş değil. 

Tabii teknik çevirmenler için durum farklı olabilir. Ama edebi çeviri bence insanı son derece zenginleştiren, yeni şeyler öğreten bir uğraş. Bir kitabı yabancı dilde okumak ve çevirmek çok farklı şeyler. Bu işi yapmaya başladığımdan beri bana en çok sorulan sorular ve cevapları şöyle:

* Siz aslında çevirmenlik veya İngiliz / Amerikan Dili ve Edebiyatı eğitimi almamışsınız. Filolog değilsiniz. Çeviri de nereden çıktı?
İsterseniz ukala diyebilirsiniz, ama bu konuda kendime güveniyorum diyelim:) Ciddi hiçbir yayıncı, deneme metnini beğenmediği bir çevirmenle çalışmaz zaten. Dil ve yazım biraz da yetenek meselesi bence. Bol miktarda emek vermek ve sevmek gerekiyor. Bu işin eğitimini alanlara saygım sonsuz tabii ki. Özellikle mütercim çeviri yapmak son derece zor bir iş. Çevirinin artık bir bilim olarak kabul edilmesi ve üniversitelerde bölümler açılması son derece sevindirici bir gelişme.

* Önce kitabın tamamını okuyup ondan sonra mı çevirmeye başlıyorsun? Yoksa okudukça mı çeviriyorsun?
Yabancı dildeki bir metni okumak ve çevirmek apayrı şeyler. Bu benim işim olduğu ve kitabı salt keyif almak için okumadığımdan, ben okudukça çevirenlerdenim. Kelime kelime, cümle cümle, satır satır, sayfa sayfa. Benim yöntemim bu. Çünkü metni okumaya başlar başlamaz, beynim otomatik olarak o ifadenin Türkçe'deki karşılığını aramaya başlıyor.

* Bir günde kaç sayfa çeviriyorsun? Kaçıncı sayfadasın?
En sevmediğim soru bu işte. Öyle günler var ki, bazen 30 sayfa bile çevirdiğim oldu bu işe başladığımdan beri. Ama bazı günler de 3 sayfayı geçemedim. Bu metne, yazarın diline, sizin o günkü ruh halinize ve daha bir çok şeye bağlı olan bir durum. Eğer son derece yalın bir dille yazılmış bir çocuk kitabıysa çevirdiğim, sayfalar akar gider. Fakat bir paragrafın bol betimlemeli tek bir cümleden oluştuğu bir roman çeviriyorsam, Allah yardımcım olsun der, eve kapanır, asosyal bir döneme girer, sevdiklerimden bol miktarda anlayış bekler, arada arıza yapar, sonra tekrar hız kazanıp bir gayretle devam ederim.

* Hiç kendi kitabını yazmayı düşündün mü?
Düşünmez miyim hiç? Tabii ki düşündüm. Hatta başladım bile. 100 sayfayı aşan bir roman taslağım var. Çevirilerden zaman kalırsa inşallah bir gün bitirir ve yayınlarım. Aslında çeviri yapmak ve yazmak birbirinden çok farklı şeyler değil. Çeviri yaparken, o metin başka bir dilde daha önce yazılmış olsa da, siz kendi dilinizde baştan yazıyorsunuz. Ben bu açıdan çok şanslı olduğumu düşünüyorum; çünkü farklı yazarların çeşitli eserlerini çevirdikçe, türlü yazım ve anlatım teknikleriyle karşılaşıyorum. Umarım bir gün benim de romanlarım farklı dillere çevrilir.