31 Mart 2014 Pazartesi

Şimdi Yeni Şeyler Söylemek Lazım

Ülkemde olup bitenler yüzünden moralim sıfırın altına inmişti. İki gündür dinmek bilmeyen bir baş ağrısı çekiyordum. Bugün bir ara evi havalandırmak için pencereyi açtım. Pervazın kenarında duran saksı çiçeğimi görünce gözlerime inanamadım. Hayvanları çok severim ve iyi bakarım, ancak bitkiler için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Tabii ki bitkileri de çok severim. Fakat bende bazılarında bulunan o "yeşil el" yok sanırım. Bugüne kadar hangi bitkiye bakmaya çalıştıysam kuruttum, bir türlü başarılı olamadım. Belki de bitkiler tepkilerini belli edemediği için iletişim kuramadım onlarla...

Fakat bugün çok ilginç bir şey oldu. Aylardır varlığını unuttuğum, "Artık bu canlanmaz" diye ümidi kesip su bile vermediğim saksı çiçeğim bahar gelince tomurcuklanmıştı! Gözlerime inanamadım. Evet, aylardır susuz kalan bitki, o bir avuç kupkuru toprakta hayata tutunmak için uğraşıyor arkadaşlar. Zorluklara ve koşullara inat. Peki, biz insanlar ne yapıyoruz? Önümüze çıkan her olumsuzlukta sövüp sayıyoruz, kendimizden ve geleceğimizden ümidi kesiyoruz ve kendimizi rüzgarın akışına bırakıyoruz. Okuduğumuz her kitapta, yaşadığımız her tecrübede "aydınlandığımızı" sanıyoruz ama, aslında bir arpa boyu yol gidemiyoruz. 

Yeniden canlanmaya çalışan saksı bitkim bana bugün güzel bir ders verdi ve silkelenip kendime gelmemi sağladı. Hayvanların ve bitkilerin pusulası hiç şaşmıyor. Koşullar ne olursa olsun, yaradılışlarına uygun bir şekilde, bıkmadan, usanmadan hayata tutunmak için çabalıyorlar. Bizim gibi suni gündemleri yok. Bazen bir damla yağmur suyu bile yetebiliyor onlara. Biz insanlar ise, egomuzun esiri olarak kendi yaşamımızı kendi elimizle mahvediyoruz...

Biliyorum, "düşünen varlıklar" olarak her zaman olumlu olmak, sevgiyi çoğaltmak kolay değil. Hele etrafta nefret söylemlerinden güç alan, ceplerini dolduran, baskılar uygulayan ve bunu bizlere reva gören "insanlar" varken... Ama bu kadar depresyona girmeye, dövünmeye de hakkımız yok. Yıllar boyu "aman siyaset konuşma, görüşünü söyleme" nasihatleriyle büyüdük biz. Bu yüzden kimse kendini bir şey yapamadığı için suçlu hissetmesin. Bazı şeyler yaşanmadan öğrenilmiyor. Tarihte hiçbir baskı rejimi uzun süre ayakta kalamamıştır; çünkü temelinde anlayış olmayan hiçbir kurum uzun ömürlü olamaz. Ben dünya ve ülke tarihimizde çok kritik bir çağda yaşadığımıza inanıyorum. Susmanın bir işe yaramadığını gördük. Artık konuşmamız lazım ama, ağzından tükürükler saçan siyasetçiler gibi değil. Birilerinin hatalarını, ayıplarını ortaya çıkarmanın da işe yaramadığını gördük. O halde daha çok çalışmak, üretmek, eğitmek, hayata karışmak gerek. Herkes ne yapabiliyorsa onu yapsın. Ama mutlaka bir şey yapsın... Çünkü iyiler daima kazanır. 

28 Mart 2014 Cuma

Mikro ve Makro Ölçekte Yalakalık

Bir varmış bir yokmuş. Borusu yalnızca kendi şehrinde öten, kendini bulunmaz Hint kumaşı sanan, mikro ölçekte cebini dolduran bir iş adamı varmış. Makro ölçeğe sıçrayıp daha çok götürmek için çok çalışmış, çok yalakalık yapmış ama, sert mizacı yüzünden yeterince kıvıramadığı, bir de mutaassıp bir hayat sürmediği için baştakilere yaranamamış ve kendi çöplüğünde kalakalmış...

Şehirde elini atmadığı sektör, girmediği STK, oda, salon, balkon kalmamış... Hatta tüzük değiştirerek "salon" seçimlerine üst üste kendini başkan seçtirmek için üyelerine rüşvet bile yedirmiş. O rüşvet yiyen üyeler de, "Aman işimiz gücümüz tıkırında, istikrar bozulmasın" diye ses çıkarmamış, yine ona oy vermişler.

Kader ağlarını örmüş. Bir zamanlar can düşmanı olanlar, birden can ciğer kuzu sarması olup, birbirlerine şöbiyet, kadayıf, lokma ve baklava yedirir hale gelmişler. Çünkü "salon" başkanı, şehrin ağası ile kavgalıymış, yıllardır küslermiş. Sebebi de, salon başkanının X arazisine imara aykırı şekilde tatil köyü kondurmak istemesiymiş... Tabii bu kamuya yansıyan gerekçeymiş. Esas neden, salon başkanının şehrin ağası olma sevdasıymış. Fakat garibana hiçbir parti kucak açmamış, istediği kadar prim yapamamış. O da çareyi başkanı olduğu salona, şehir ağasının en büyük rakibini davet ederek baklava yedirmekte bulmuş!

Salon başkanı kendi pisliklerini bilen ve örtbas edenleri kollamak uğruna birçok dürüst insanı harcamış. Kurumlarında çalışanlar her şeyin farkında olsalar da tekme ya da damga yememek için susmuşlar. Hatta kendilerini onun şehirleri için bulunmaz bir nimet olduğuna inandırmışlar. Hayatı boyunca esmiş, gürlemiş, kimseyi takmamış. Arada bir iyi şeyler de yapmış. Ama işine yaramayan kimseye günahını bile vermemiş. "Tamam da abi, adam bu şehir için çalışıyor," demiş herkes. Tıpkı, "Tamam çalıyorlar ama, metro ve yol yapıyorlar," dedikleri gibi. Velhasıl "götürmenin" mikrosu da makrosu da aynı mantıkla işliyormuş. Uyuşturulan beyinler aynı şekilde çalışıyor, ağızlarından benzer replikler çıkıyormuş...

Kaşlarını yıllar boyunca o kadar çok çatmış ki, artık alnının ortasındaki çizgi gülerken bile kapanmıyormuş. Kem söz söylemekten pas tutan dilini baklavayla tatlandıradursun, salon başkanlığı sona erince, gözden düşünce o baklava yedirdikleri yine yanında duracak mıymış, işte bu büyük bir merak konusuymuş...

27 Mart 2014 Perşembe

Ben Sandığınız Kişi Değilim!

Bugünlerde bunu söylemek çok moda oldu değil mi? "O ses kaydındaki ben değilim, montaj, komplo..." Çok şükür ki ben normal bir hayatı olan sıradan bir vatandaşım ve "Duyulmasını istemediğin şeyi yapma" prensibini benimseyenlerdenim. Öyleyse bu başlık neyin nesi? 

Çeviri yapmaya başladıktan sonra fark ettim ki, benimle aynı adı ve soyadı taşıyan bir adaşım var. Twitter'ın henüz yasaklanmadığı o güzel günlerde, "Bir sonraki romanınız ne zaman basılıyor?" diye bir tweet almıştım. Sonra sevgili takipçimin beni diğer Güneş Demirel'le karıştırdığı anlaşıldı:) 

Adaşımın kitaplarını okumadım ama sıkı bir takipçi kitlesi olduğu anlaşılıyor. Bense "Haydi şu kitap da bitsin, bu yayıneviyle de çalışayım," diyerek kendime yeni hedefler koymaya devam ettikçe kendi romanımı bitirmeyi sürekli erteliyorum. Ama şimdi çok önemli bir sorunumuz daha var. Ya bana takma bir isim bulacağız, ya da arka arkaya 5 isim kullanan bazı İspanyollar gibi upuzunn bir ismim olacak! Neyse, ben yeter ki kitabı bitireyim de, isim konusunu düşünürüz...

Bu konuya kafa yorarken aklıma farklı bir isimle kitap bastıran yazarlar geldi. Ya da anlatacak bir hikayeleri olup da kalemine çok güvenmeyen ve bir "ghost writer" ile, yani adı sanı bilinmeyen bir hayalet yazarla çalışanları düşündüm. Ya da kendi adı ve soyadı dururken daha "şık" ve "pazarlanabilir" duran başka isimler seçenleri... 

Sonra çeviri kitaplar basan yayınevlerinin kapağa çevirmenin adını basıp basmamaya neye göre karar verdiğini düşündüm. Çevirmenin adı ve yazmak isterse önsözü kitabın hemen başında yer alıyor, ama çevirmenin adını kapağa basan yayınevlerinin sayısı çok değil. 27 Mart Dünya Tiyatrolar Günü vesilesiyle yeni çıkan iki kitap dikkatimi çekti. Çevirmen bir tiyatrocu olduğundan, normalde kapağa çevirmenin ismini basmayan bu yayınevi, bu sefer sade bir tasarımı tercih edip, "Çeviri: Falanca Filanca" yazmış. Aslında doğru olan bu. Ancak yanlış olan, bu yayınevinin "ünlü" çevirmenlerin adlarına kapakta yer verip, "yeterince ünlü olmayanlar"ın adlarını iç sayfalara yazması... 

Bir de sosyal medyadaki kitap tanıtımlarında ve kendi internet sitelerinde çevirmenin adına yer vermeyen yayınevleri var. 

Yazar: Pek Ünlü Best Seller Romancısı Falanca
Editör: A kişisi
Kapak Tasarımı: B Kişisi
Çevirmen: Sarı Çizmeli Mehmet Ağa!

Bu bir duruş ve tercih meselesi tabii ki. Ancak bilinçli okurlar bunun gibi detaylara dikkat ediyor ve okuma tercihlerini buna göre yönlendiriyor...

Bu vesileyle adaşıma, kendime ve diğer yarışmacı arkadaşlarıma başarılar diliyor, herkesin emeğinin yeterince görünür olmasını umuyorum:)

24 Mart 2014 Pazartesi

Dikkat: Bu Yazı Kendi Kendini İmha Edebilir!

Son günlerde ülkemizde olan bitenlerden, siyasetten çok sıkıldığınızı biliyorum. Ben de öyle. Hatta o kadar sıkıldım ki, teslim tarihine uymak zorunda olduğum çeviri dışında bir satır bile yazmak gelmedi içimden. Nasıl olduysa hala kullanmamıza izin verilen bir sosyal medya platformu üzerinden görüşlerimi bildirdim, bildirmeye de devam edeceğim. Fakat endişe etmiyor da değilim. Sırada you tube ve hatta blogger da olabilir. Neyse ki yurt dışında yaşayan iki kuzenim ve eşim dostum var. Çok sıkışırsam şifremi onlara veririm, yine de yazılarımı yayınlatırım! 

Neyse... Bu son olaylar herkes gibi tabii ki çevirmenlerin de sinirlerini bozdu, işlerini aksattı. En azından beni etkiledi. Nasıl mı?
  • Gündemi takip etmekten çalışamaz hale geldim. En sonunda bildirim seslerini kapattım.
  • İzmir'de malum mitingin yapıldığı gün hop oturup hop kalktım. Hem asap bozukluğundan, hem de ana cadde üzerinde hoparlörleri sonuna kadar açıp ilerleyen otobüsler ve kaldırımda nereye yürüdüğünü bilmeden ilerleyen, çevre illerden turistik mitinge katılmak için gelmiş "bilinçli, coşkulu ve çığırtkan" halkımız yüzünden...
  • Ülkemde olağanüstü günler yaşanırken, çevirmem gereken polisiye romana yoğunlaşmakta gerçekten zorlandım.
  • Herkes DNS; VPN ve bilimum ayarları kurcalarken yavaşlayan ve sürekli kopan internet yüzünden çok eğlenceli anlar yaşadım! Bir terimi araştırmak bazen 1 saatimi aldı...
  • Türk insanının ne kadar sömürüye açık ve hür iradesine sahip çıkmakta ne kadar yetersiz olduğunu bir kez daha gördüm. 
  • Hoşgörümü yitirmeye başladığımı hissettim ve korktum. Zira hoşgörü tek taraflı bir özveri değildir. Eğer başbakan meydanlardan kendi seçmenine seslenirken daha ılımlı olabilseydi, belki o zaman hoşgörüden bahsedebilirdik. Ama artık o noktayı aşalı çok oldu...
  • En son içimden bizim de kapımıza oy istemek için erzak dağıtan birilerinin gelmesini ve elime hadlerini bildirme fırsatı geçmesini diledim... Ama herhalde semt haritalarına göre burası hedef kitle içinde yer almıyor. Tüh!

Anlayacağınız bugünlerde ruh halim epey gelgitli. Haliyle içimden çeviri ve edebiyat hakkında bir şeyler yazıp çizmek gelmiyor pek. Aslında tam tersi olmalı belki de. Çünkü dram ve edebiyat aslında birbirlerinden ayrılmaz bir ikili. Eminim bütün bu çirkinlikler de birçok esere ilham kaynağı olacak birkaç yıl içinde. Tabii yeni yasaklar gelmezse... Bugünlerde herkesin dediği gibi, "Hele şu seçimler bir geçsin..." Geçsin bakalım, bu da geçsin. Ne değişecekse...