20 Haziran 2014 Cuma

Yetimlerin Efendisi'nin Oğlu

Takip edenler bilirler, 2012 yılında hiçbir eser edebiyat alanında meşhur Pulitzer Ödülü'ne layık görülmemişti. Bir yıllık aranın ardından, 2013'ün Nisan ayında Adam Johnson'ın "The Orphan Master's Son"ı Pulitzer'ı kapınca, haliyle çok ilgi çekti. Aslında ödül almadan önce de çok konuşulmuştu, editörüm kitabı incelemem için gönderdiğinde tek bir olumsuz yoruma bile rastlamamıştım. Kitap ödül aldıktan birkaç hafta sonra, ben de çeviri sözleşmemi imzalamıştım.

Büyük bir sorumluluk üstlendiğimin farkındaydım ve bu çevirinin diğerlerinden daha zor olacağını hissediyordum. Geçmişte Pulitzer Ödülü verilen eserleri ve yazarları incelediğinizde, ne demek istediğimi anlarsınız. Her biri kulvarında birer mihenktaşı kabul edilen kitaplardır bunlar. Çalışmaya başladığımda yanılmadığımı gördüm; bu gerçekten de farklı bir kitaptı. Bir kere çok az tanıdığımız Kuzey Kore'de geçiyordu, totaliter bir rejimin vatandaşlarına neler yapabileceğini tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriyordu. Yetim bir çocuğun yetişkinliğe geçiş sürecinde yaşadıklarını işlerken, beyni yıkanmış yapay bir toplumun devlete koşulsuz boyun eğişi irdeleniyordu. Yazar bu romanı altı yılda yazmış, derinlemesine araştırmalar yapmış ve sonunda Kuzey Kore'yi ziyaret etmiş. Bu kadar gerçeğe yakın bir tablo çizmesini de buna bağlıyorum. Tabii ki bazı yerlerde yazarın hayal gücü devreye giriyor, ancak bu romana ilham kaynağı olan temalar ve yaşantılar yadsınamayacak kadar gerçek.

Okumak isteyenlere bir notum var: Bu bir kumsal kitabı değil. Sakın yanlış anlamayın, hiçbir kitabı küçümseme niyetinde değilim. Demek istediğim, bu kitabı salim kafa okumanız gerektiği. Bazen irkileceksiniz, bazen "Bu kadar da olmaz," diyeceksiniz. Esir kamplarındaki yaşam mücadelesini ve işkence sahnelerini okurken dişinizi sıkmanızı öneririm. Çevirirken en çok zorlandığım kısımlar bunlardı... Kuzey Kore hükümeti hala daha bu kampların varlığını inkar etse de, uydu fotoğraflarından her şey açıkça görülüyor.

Bu kitap zamansal olarak da hayatımın zor bir dönemine denk geldi. Yeni taşınmıştık, romanın henüz üçte birini çevirdiğimdeyse sevgili babaannemi kaybettik... Çalışırken bazen hiç bitmeyecekmiş gibi geldi. Yaz sıcağında eve kapanıp (gerçek anlamda) gece gündüz çalıştım. Kuzey Kore ideolojisi ve terminolojisi hakkında çokça araştırma yapmak zorunda kaldım. Ayrıca Adam Johnson çetrefilli ve uzun betimlemeleri bolca kullanmış ve yer yer alegorik bir anlatımı benimsemişti. (Bu arada kendisi Stanford Üniversitesi'nde yaratıcı yazarlık dersleri veren bir akademisyen.) Fakat bu kitap benim için bir sınav niteliğindeydi. Beni çok zorladı ama kendime güvenimi arttırdı. Artık zor bir pasaja denk geldiğimde, "Sen OMS'yi çevirdin, ha gayret!" diyerek kendimi motive ediyorum:)

The Guardian bu kitap için şöyle demiş: “Yetimlerin Efendisi’nin Oğlu, tıpkı 1984 ve Cesur Yeni Dünya gibi distopik klasiklerin arasında yer almayı hak ediyor.”

Benim en çok hoşuma giden yorum buydu. Sanırım bu kitabı tek kelimeyle anlatmam gerekse, "distopik" tanımını tercih ederdim. Bu terime aşina olmayanlar için wikipedia'nın tanımını da ekliyorum: 

Distopya, (anti-ütopya Yunanca dystopia) çoğunlukla ütopik bir toplum anlayışının anti-tezini tanımlamak için kullanılır.
Distopik bir toplum otoriter - totaliter bir devlet modeli ya da benzer bir başka baskıcı sistem altında karakterize edilir.
Kelime ilk defa John Stuart Mill tarafından kullanılmıştır. Filozofun Yunanca bilgisi göz önüne alınırsa, kelimeyi "ütopyanın tersi" olarak değil, "kötü bir yer" anlamında kullandığı anlaşılır.

Evet, daha fazla ipucu vermeden yazımı bitirsem iyi olacak. Bana bu kitabı çevirme fırsatı tanıdığı için Pegasus Yayınları'na bir kez daha teşekkürlerimi sunuyorum. Bu kitapta herkesin çok emeği var.

Son olarak kitabın tanıtım videosunu da paylaşayım ve kararı sizlere bırakayım...


 




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder